Doğa

6 bin zeytin ağacı ve Efemçukuru

Yazan: Barış Uygur

Soma'da kesilen 6 bin zeytin ağacı bana “acele kamulaştıralan” Efemçukuru'nu hatırlattı. Bu yazıda “üzüm” yerine “zeytin”, “altın madeni” yerine “termik santral” koyarsanız…

Bundan bir kaç yıl önce, İTÜ’den Alp Yücel Kaya hocanın bir konuşmasını dinledim. İzmir Efemçukuru’nda halkın üzüm bağlarının hükümet zoruyla ve Bakanlar Kurulu kararıyla “acele kamulaştırıldığını” anlatıyor ve mülkiyet hakkının geçerliliğini sorguluyordu.

Öyle ya, kapitalizmin temel kaidelerinden biri de “tapunun delinmezliği” idi ve bu örnekte, elinde tapulu malı olan ve elindeki tapulu malı (bu üzüm bağları son derece değerli ve sürekli bir gelir kaynağı olduğu için) öyle kolay kolay satmayacak halkın mallarına üç otuz paraya ek konulmak isteniyordu. O zamanlar konu hakkında bir yazı yazmış, durumun çarpıklığını özetlemeye çalışmıştım.

Bugün 6000 zeytin ağacının “katledildiğini” okuyarak güne başlayınca o yazıyı hatırlamadan edemedim. Yazıda geçen sadece bazı kelimeleri değiştirerek, örneğin “üzüm” yerine “zeytin”, “bağ” yerine “zeytinlik” ve “altın madeni” yerine “termik santral” diye okursanız, beni de aynı yazıyı tekrar yazma zahmetinden kurtarmış olursunuz.

Barış Uygur

***

Siz hiç Alfons üzümü yediniz mi? İri, koyu mor, siyah puslu ve çekirdekli bir üzüm. Belki farkına varmadan, “yahu bu üzüm de amma lezzetliymiş,” diyerek yemişimdir ama bilinçli olarak yediğimi hatırlamıyorum. Lezzetli dedim, çünkü Alfons üzümünü üreten çiftçiler, bu üzüme “enfes üzümü” diyorlarmış. Alfons üzümünden ilk kez tesadüfen dinlediğim bir sunumda haberdar oldum. Dr. Alp Yücel Kaya’nın sunumda anlattıkları açıkçası trajikomiğin bir hayli trajik kısmındaydı.

Efemçukuru, İzmir’in en yüksek rakımlı köylerinden biri. Bu Efemçukuru’ndaki bağlar öylesine verimli ki ve bu bağlarda öylesine lezzetli “alfons üzümü” yetişiyor ki, Efemçukuru çiftçileri Türkiye’nin en mutlu çiftçilerindenler. En azından bir süre öncesine kadar öyleydiler.

Efemçukurunda yetiştirilen yüksek kaliteli üzümün tonu, geçtiğimiz yıl (2009) 2000 liradan alıcı bulmuş. Verim de bir hayli yüksek olduğundan dönüm başına ortalama 3 ton üzüm elde etmek mümkünmüş. Tarımsal bilgilerle konuyu dağıtmak istemem ama bölgenin coğrafi ve topografik özelliklerinin, bir ek sulama ya da tarım ilacı kullanımını neredeyse hiç gerektirmediğini de söylemeli. Yani Efemçukuru’nda bağcılık hem hayli kârlı hem de günümüzün trendi organik tarım standartlarını yakalayan bir iş. Çiftçiler hallerinden o kadar memnun ki devletin sunduğu “doğrudan gelir desteği” gibi yardımları almaya tenezzül bile etmemişler, “O da bizim devletimize hediyemiz olsun,” demişler.

Eh iş bu kadar kârlı olunca da, köye gidip “Şuradan bir iki dönüm tarla da ben çevireyim,” demek mümkün değil çünkü kimse bağlarını satmaya yanaşmıyor. İsteseniz de alamazsınız yani. Ha tabii, eğer uluslararası bir altın şirketiyseniz işler değişir!

Sen çık, Kanada’dan oğlum gelecek!

Efendim El Dorado isimli bir şirket, Efemçukuru’nda altın çıkarmak için çalışmalara başlamış. Artık nasıl yaptılarsa, Bakanlar Kurulu'nu öyle bir karar çıkarmaya ikna etmişler ki, akıllara durgunluk veren cinsten. Bakanlar Kurulu önce şirketin ele geçirmek ve altın çıkarmak istediği topraklara ilişkin Efemçukuru’nda 35 parsel arazinin, Kanadalı Eldorado altın şirketine tahsis edilmek üzere “acele kamulaştırılmasına” karar vermiş.

Şimdi bir dakika durun, düşünün. Kesinlikle satmak istemediğiniz bir eviniz var. Herifçioğlunun teki gelip sizden evi almak istiyor. “Satmıyorum kardeşim,” diyorsunuz. Herifçioğlu bu kez gidiyor sizin seçtiğiniz hükümete, “Bana burayı ayarla” diyor, Hükümet de “Almanya’dan oğlum gelecek çıkın,” diyen evsahibi gibi “Yatırımcı geldi, evinizi istiyor, ben de evinize el koyuyorum, sonra da zaten yatırımcıya vereceğim” diyor. Kendinizi nasıl hissedersiniz?

Çiftçiler de yok şu mahkeme yok bu mahkeme başlıyorlar uğraşmaya tabii. Ama diğer yandan şirketin adamları ikide bir gelip “Devlet sizin toprakları eninde sonunda üç kuruşa alıp bize verecek, gelin siz bize satın hem biz devletten daha iyi para vereceğiz,” diye kandırmaya çalışıyor, kimilerini kandırıyorlar da. Üstelik çiftçinin, ürününden iki üç yılda zaten kazanacağı para karşılığında elinden almaya başlıyorlar topraklarını.

Tabii zamanla iki arada bir derede kalan köylüler de yavaş yavaş bu Eldorado’ya satmaya başlıyorlar. Bu zamana dek, Bakanlar Kurulunun zorla halkın elinden alıp Eldorado’ya “buyur ağam keyfini sür” diye tahsis ettiği 35 parsel arazinin aşağı yukarı 30 parselini köylünün elinden almışlar bile.

“Onlar da satmasalarmış,” dememek lazım. Zira şirket ne kanun dinliyor, ne hukuk. Halkın topraklarını zorla almak için hükümeti kullandılardı ya, orada altın madenciliği yapabilmek için de Çevre Bakanlığı’ndan Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporunu da olumlu olarak alabilmişler mesela. Çevre Bakanlığı “Burada altın aranmasında çevreye zararlı bir unsur yoktur,” diye rapor verebiliyor yani. Aynı bakanlık, İzmir Belediyesinin su dağıtım şebekesi İZSU’nun bölgede yapacağı baraj ve su aktarma tesisleri için olumsuz ÇED raporu veriyor yalnız. Su borusu döşense çevreye zararlı ama siyanürü basıp altın arayınca çevreye faydalı.

Şirkete ayrıca belediyeden ruhsat lâzım. Ama ruhsatları yok. E belediye de şirketin faaliyetlerini ruhsatsız olduğu için durdurmak istiyor değil mi? Ama ne mümkün? Ne kaymakam, ne jandarma, ne hükümet, ne devlet dinlemiyor belediyeyi. Yetmiyormuş gibi kapatma kararı alan belediye, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından “Encümen kararını uygulamayın,” şeklinde baskı görüyor.

Kendinizi Efemçukuru köylülerinin yerine koyun. Evinizi elinizden almak için araya hükümeti sokan, belediyeyi dinlemeyen, devletin kaymakamının, askerin jandarmasının dokunamadığı, dokunmaya cesaret edemediği birilerine karşı nereye kadar mücadele edebilirsiniz? Hukuk mu dediniz? Adalet mülkün temeli evet, ama görünen o ki, adalet sistemi, mülkü daha çok olan altın şirketinin emrinde, hükümet eliyle oyuncak olmuş, Efemçukuru halkının tapulu mallarını “acele kamulaştırma” diye yagından mal kaçırır gibi altın şirketine peşkeş çekiyor.

Özelleştirmek için gerekirse önce kamulaştır!

Neo liberalizm bu olsa gerek. Özelleştirmek için gerekirse önce kamulaştırıp ondan sonra özelleştiriyorlar insanların topraklarını. Yani serbest ticaret ne kadar büyükseniz o kadar serbest. O kadar serbest ki, gözünüze kestirdiğinizin malına mülküne konabiliyorsunuz. Ama serbest ticaret, kendi halinde çiftçiye, küçük girişimciye serbest değil. Hele bir dene, “Vay efendim biz burada organik tarım yapacağız, e burası da zaten bizim malımız,” de. Kendi seçtiğin hükümet, senin malını mülkünü alıp veriveriyor büyük şirkete.

Ve en komiği de ne biliyor musunuz? 2000’li yılların Türkiye’sinde, bir köyde, devlet ve de hükümet çiftçilerin bütün malına mülküne el koyup o malı mülkü bir dev şirkete veriyor. Ama konuyla ilgili internette arama yaptığınızda meseleye sadece “Vay yabancılar geldi, milli varlığımıza el koydu,” türünden meseleyi biz ve yabancılar olarak ele alan birkaç küçük internet sitesi dışında pek bir şey bulamıyorsunuz.

Hâlbuki mesele, yabancılar Türkler meselesi değil. Dünyanın herhangi bir yerinde uluslararası bir büyük şirket; küçük girişimcileri, kendi halinde insanları; gerekirse devleti kullanarak yok edebiliyor. Bu da demek oluyor ki serbest ticaret diye yutturmaya çalıştıkları aslında düpedüz bu dev şirketlerin gerektiğinde malınıza bile el koyma serbestîsine sahip olmalarından ibaret.

Erman Toroğlu’nun reklam filmleri geliyor aklıma, geçtiğimiz yıllarda yayınlanan. Hani davudi sesiyle “Sizi yasa korur!” diyordu ya… Hatırladıkça gülüyorum. Zira yasa, görünen o ki sadece en büyükleri koruyor, gerekirse elinizdekini üç otuza sizden alıp o büyüklere veriyor. Bir söz hatırlıyorum: “altını olan kanunu koyar” diye, Murphy Kanunları nevi bir şey gibi kalmış aklımda. Gerçekten de öyle demek ki; altını olan veya altın arayan, kanunu koyuyor, kanun da altıncıyı koruyor.

Yorum yazın