Gündem

Yüz yıllık paranoyayla yüzleşmek

Yazan: Pınar Palabıyık
Pınar Palabıyık

1915’in yüzüncü yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “Ermeni Soykırımı” başlıklı konferansı HaberVs okurları için izledik

Tarih Vakfı ve University of California Los Angeles (UCLA) ortaklığında düzenlenen Ermeni Soykırımı: Kavramlar ve Karşılaştırmalı Perspektifler başlıklı konferans, 26 Nisan Pazar günü Boğaziçi Üniversitesi’nde yapıldı. Akademik dünyadan yoğun ilgi gören etkinlikte, 100’üncü yılında soykırıma bakış ve inkârın temel nedenleri kapsamlı olarak tartışıldı. Konferansta konuşan tarihçiler “Ermeni soykırımı” olarak tanımlanan olayların olup olmadığı tartışmasının artık sona erdiğini, bundan sonra Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi üzerine kafa yorulması gerektiği konusunda görüş birliği içindeydi.

Örneğin Utrecht Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Uğur Ümit Güngör, “Olayların ‘kanıtlama’ tartışmasının” uzun süre önce sona erdiğine değinerek “Bugün iki devlet arasında çözüme ulaşmayan asıl sorun, uzlaşının nasıl sağlanacağı ve yaraların nasıl sarılacağıdır” ifadelerini kullandı. Güngör, olayın savaş zamanı gerçekleşmesinin ardına saklanılamayacağını da söyledi. İnsanlık tarihinin en büyük soykırımının II. Dünya Savaşı sırasında gerçekleştiğini belirten Güngör, diğer konuşmacılar gibi savaş halinin, sivillerin toplu katliamı, köleleştirme, aç bırakma, mimarinin harap edilmesi ve İslamlaştırma fiillerini meşrulaştıramayacağını yineledi.

Türkiye tarihinin en büyük tabularından biri olarak görülen Ermeni Soykırımı, tüm güne yayılan üç ayrı panelde ele alındı. “Soykırım”, “Kitlesel imha”, “Kitlesel şiddet” ve “Kolektif suçluluk” gibi tanımlamalar üzerine eğilen Kavramsal Çerçeve başlıklı oturumu, karşılaştırmalı perspektifler ve kültürel soykırımın ele alındığı Gerçekleşme paneli takip etti. Soykırım inkârı, kolektif faillik, kurban psikolojisi ve uzlaşı yollarının tartışıldığı Hatırlama panelinin izlediği etkinlik, tüm katılımcıları bir araya getiren Kapanış oturumuyla son buldu. ABD, Avustralya ve Avrupa’dan gelen akademisyenlerin yanında, Türk konuşmacıların da yer aldığı konferansta toplam on dört uzman söz aldı.  

Açılışı yapan İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü ve düzenleyici partner Tarih Vakfı Başkanı Doç. Dr. Bülent Bilmez, aslen Bilgi Üniversitesi’nde yapılması planlanan konferansın iptali hususunda, Bilgi’li akademisyen ve öğrencileri savundu. Bilgi’yi özgür düşünce, akademik dürüstlük ve ifade hürriyetinin değişmez temsilcisi olarak gördüğünü vurgulayan Bilmez, üniversitelerin yönetim kadrosuyla değil, akademisyenler ve öğrencileriyle değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekti. “Böyle bir etkinliğin on yıl önce yapılması hayal dahi edilemezdi” ifadelerini kullanan Bilmez, konferansın sorunsuz gidişatının Bilgi ve Boğaziçi gibi akademik kurumların yıllar süren değişim çabalarıyla mümkün olduğunu vurguladı.

Konferansa ev sahipliği yapacağı duyurulan İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin geçtiğimiz hafta etkinliği üstlenmekten kaçınması akademisyenler ve üniversite yönetimi arasında tartışmalara yol açmış, düzenleyiciler konferansın yapılabilmesi adına için yeni bir mekân arayışı içine girmişlerdi.

 “Neyin ‘trajedi’ neyin ‘soykırım’ olduğuna kim karar veriyor?”

Kavramsal Çerçeve başlıklı sabah oturumunda ilk olarak Avrupa Enstitüsü Tarih Bölümü öğretim üyesi Dirk Moses söz aldı. Soykırım kavramının tanımı ve I. Dünya Savaşı sonrası politik düzeni ele alan konuşmasında, İngiltere Ankara Büyükelçiliği’nin 2001’de yaptığı resmi bildiriye de değinen Moses;

Getirilen kanıtların, olayların 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım sözleşmesinin tanımladığı şekilde ‘soykırım’ olarak nitelendirilmesi gerektiğini ortaya koyduğuna inanmıyoruz. 1915-1916 olayları, iki tarafın da büyük kayıplar verdiği bir trajedidir

açıklamasını kınayarak, soykırım ve insanlığa karşı suçların isnat edildiği devlet ve grupların benzer rasyonalizasyonlara sıklıkla başvurduğunu öne sürdü. Dinleyiciye “Neyin trajedi neyin soykırım olduğunu kim belirliyor” sorusunu yönelten Moses, “kavram fetişizmi” olarak nitelediği çabanın, bugünkü farkındalığı gölgeleyemeyecek, zayıf bir politika olduğunu öne sürdü. 

Batılı medeniyetlerin soykırım fiillerini “barbarca” ve “ilkel” olarak niteleyişinin de benzer bir yanlış olduğunu vurgulayan Moses, “bu tür ifadeler Oryantalist tuzaklardır; soykırım gibi bir kavram dehşet verici sıfatlara ihtiyaç duymaz” diyerek, sözlerini şu şekilde noktaladı:

“Sistematik katliam ve Ermeni mülklerine yapılan saldırıya ‘soykırım’ harici bir açıklama getirilemez. Türkiyeli ve Ermeni halklar için açık olması gereken kavramların içerikleri değil, sağlıklı bir diplomatik iletişim kanalıdır.” 

“Politika tarihsel gerçeklikten uzak durmalı”

Bağımsız araştırmacı Pınar Dost-Niyego’nun sunumuyla devam eden oturumda inkârın bir nedeninin de “soykırım cehaleti” olduğu öne sürüldü. Geçmişte ve günümüzde pek çok örneği bulunan soykırım fiilinin faillere atfedilemediği ve uluslararası platformdaki tek mutabakatın Yahudi kıyımı olduğu üzerinde duran Niyego, “karşınızdaki tek fail Hitler olduğunda, devletlerin bu fiilleri üstlenmesi imkânsız hale geliyor” diyerek, akademisyenlerin Kamboçya, Bahreyn, Ruanda ve eski Yugoslavya gibi örnekler üzerinden soykırım cehaletini sonlandırma sorumluğu altında olduğunu vurguladı.

Fotoğraf: Pınar Palabıyık

Fotoğraf: Pınar Palabıyık

Türkiye’deki tarih eğitiminin üniversite seviyesinde dahi milliyetçi söylemlere dayandığını öne süren Niyego, “politika tarihsel gerçeklikten uzak durmalı” diyerek, soykırımla baş eden, toleranslı bir Türkiye’nin, ancak tarihi gerçekliği saldırı olarak algılamayan bir jenerasyon yetiştirmesiyle mümkün olduğunu savundu. II. Dünya Savaşı’nın ortaöğretim tarih dersi müfredatı dışında bırakılmasını “kabul edilemeyecek bir eksiklik” olarak niteleyen Niyego, soykırım ve insanlığa karşı suç kavramlarının akıllarda somutlaşması gerektiğinin de altını çizdi: “Acı ve korkunun boyutu filmlerden değil, ders kitaplarından anlaşılmalı. Hiç ateş görmeyen yanmamıştır. Yaktım demesi de beklenemez.”  

“İmparatorluk savaştaydı demekten vazgeçin”

Dinleyicilerin tartışmaya katıldığı soru-cevap kısmında, akademik ve kavramsal değerlendirmelere yönelik soruların yanında inkâra yönelik açıklamalar da yer aldı. Bir dinleyici, “Ermeni Soykırımı ismini verdiğiniz konferansta Ermeniler tarafından Türklere yapılan soykırımdan mı bahsediyorsunuz?” ifadelerini kullanıp, tehcirin silahlı çatışma sırasında alınabilecek, savaş hukukuna uygun bir önlem olduğunu savundu. Türkiye’nin ‘savaş’ savunması yapmaktan vazgeçmesi gerektiğini önemle vurgulayan panelistlerin, “hangi askeri veya idari gereklilik katliam, yağma, çocuk satımı, köleleştirme ve kolektif asimilasyona zorlamayı gerektirir?” cevabı, salondaki izleyiciler tarafından ayakta alkışlandı

Hrant Dink’e saygı

Günün son tartışmalarının yer aldığı Hatırlama ve Kapanış oturumlarında da soykırım ve şiddetin getirdiği acı, kolektif kurbanlık psikolojisi, inkârın getirdiği mütemadi şiddet ve uzlaşı önerileri ele alındı. Panel moderatörü Ayfer Bartu Candan tartışmalara Hrant Dink’i hatırlayarak başladı: “Bugün aramızda olmayı en çok isteyecek kişilerin başında ifade özgürlüğü savaşçısı Hrant Dink geliyor. Çabamız hayatını benzer etkinliklere adayan Hrant ve bugünkü tartışma ortamını mümkün kılan tüm barış elçileri içindir.”

“Uzlaşının dili şehitlik destanları değil, insan haklarının dilidir”

Hayatta kalan soykırım mağdurlarının nesiller boyu devrettiği “kolektif kurbanlık” üzerine konuşan Yale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Jay Winter, “şehitlik psikolojisi” olarak nitelediği olgunun uzlaşının en büyük engellerinden biri olduğunu öne sürdü. Farklı ülkelerdeki Ermeni Soykırımı anıtlarını acı çekenlerin buluşacağı, Türkiyeli ve Ermeni halkların kol kola ağlayacağı alanlar olarak hayal ettiğini dile getiren Winter, “yıkım omuz omuza vermedikçe aşılamaz; Ermeni ve Türk gençleri beraberce gülemiyor, birlikte ağlayamıyorsa, soykırımın resmi kabulünün hiçbir değeri yoktur” şeklinde konuştu.

Winter’a kapanış oturumunda destek veren The Independent gazetesi yazarı Robert Fisk ise Erivan’daki soykırım müzesindeki olumlu değişime değindi: “On yıl önceki ziyaretimde yalnız Türk düşmanlığına tanık olduğum sergiler, bugün tamamıyla yenilendi. Ermeni gençler Soykırım Müzesi’nin Türkleri yermek değil, katliam kurbanlarını rahmetle anmak amacıyla inşa edildiğini fark etti.”

Barış, uzlaşı ve diyalog için ilk adımın “kabullenme” olduğunu bir kez daha vurgulayan Winter, resmi kabulün ardından sıranın Türk halkına geleceğinin altını çizdi. Türkiye’deki tavrın suçluluk yerine, yardım etme ve anlayışa yönelik bir evrim geçirmesi gerektiğini vurgulayan Winter, sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Uzlaşının dili şehitlik destanları değil, insan hakları dilidir. Yahudi katliamı mağdurlarının Alman yaklaşımıyla bulduğu huzur ancak insan haklarına dayalı yeni bir dilin yaratımıyla sağlanabilir.”

“Mirasımızı hiçbir vasiyet belirlemedi”

Konferansın kapanış oturumunda insanlık mirasının hiçbir topluma atfedilemeyecek soyut bir vasiyetin ürünü olamayacağı vurgulandı. Vasiyetsiz bir mirasa sahip olunduğu içselleştirildiğinde failin, fiilin, soykırıma götüren sebeplerin ve sorumluğun inkârından da vazgeçileceğini öne süren Michigan Üniversitesi öğretim üyesi Fatma Müge Göçek, “inkâr da en az soykırımın kendisi kadar sistemli bir şekilde gerçekleşti” diyerek, III. Selim’in tahta geçmesiyle başlayan süreçte İsmet İnönü ve Celal Bayar’a kadar uzanan geniş bir fail listesi olduğuna vurgu yaptı. Göz ardı etme, unutturma ve Türkiye’deki Ermeni kimliğini bastırma geleneğinin sona ermesiyle yepyeni bir sayfa açılacağı iddiasında bulunan Göçek, konuşmasını şu ifadelere sonlandırdı:

“Türkiye 100 yıldır paranoyak nesiller yetiştiriyor. Artık adaletsizliğe ancak şiddetle cevap verebilir hale geldik. Kabul bize ne mi kazandıracak? İnsanlığa güven, huzur ve sorunlarla baş etme kabiliyeti yüksek bir gençlik. Türkiye için başka ne istenebilir ki?”

Mehmet Polatel (Koç Üniversitesi Tarih Bölümü)

“Müsadere soykırımın itici güçlerinden biri oldu”

Ermeni mülklerine yapılan saldırı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun el koyduğu Ermeni mülkleri konusunu ele alan Koç Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi ve Agos Gazetesi yazarı Mehmet Polatel, panelde Disposession and Property Transfer during the Armenian Genocide (Ermeni Soykırımı sırasında kamulaştırılan ve müsadere edilen Ermeni mülkleri) başlıklı doktora tezini sundu.     

Sürgünlere ait mülklerin idaresini düzenleyen savaş dönemi yasaları üzerine eğilen Polatel, sürgün mallarının tasarrufuna ilişkin 26 Eylül 1915 tarihli geçici yasayı anlattı. Düzenlemelerin mülk tasarrufu ve mal sahiplerine ait borç, kredi ve menkul değerlerin işletilmesini öngördüğünü belirten Polatel, “On bir maddelik yasa pekâlâ iki maddeye sıkıştırılabilir: 1. Tüm Ermeni malları müsadere edilmiştir. 2.Hükümet sürgünlerin alacaklarını tahsil edecek ve borçlarını ödeyecektir” ifadelerini kullandı. Müsadere ve kamulaştırma faaliyetlerinin soykırıma yardımcı en önemli itici güçlerden olduğunu vurgulayan Polatel konuşmasını, “bu koşullar altında işletilen yasalar ve hukuk mantığı kanunilik ilkesini kasten ihlal etmiş, bir ihlali bir başka hukuksuz düzenlemeyle örten yasal soykırım zeminini hazırlamıştır” ifadeleriyle sonlandırdı.

Keith David Watenpaugh (UCLA Tarih Bölümü)

“Satılık çocuklar soykırımın en sade özeti”

UCLA Tarih Bölümü öğretim üyesi Keith David Watenpaugh, sözlerine Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi olduğu dönemi ele alarak başladı: “1990’larda bu kampüste kulak misafiri olduğum sohbetleri hatırlıyorum.‘Ermeni Soykırımı’ ifadesi dahi nefretle veya iğneleyici bir kahkahayla karşılanıyordu. Bu koşullar altında geri dönmek umut verici.”

1865-1926 arası köleleştirilen, ev içi hizmet veya cinsel tatmin amacıyla istismar edilen ve bu koşullar altında Türkleştirme ve İslamlaştırma fiillerine maruz bırakılan Ermeni çocukları ele alan Watenpaugh, soykırımın bu safhasını Ermenice büyük suç anlamına gelen “medhs yeghern” tabiriyle tanımladı. Sürgün sırasında Ermeni çadırlarına giren Türk ve Musevi kadınların “Satılık çocuk var mı?” çığlıklarını “soykırımın en sade özeti” olarak niteleyen Watenpaugh, fiilleri “insanlığın inebileceği en alçak seviye” olarak gördüğünü vurguladı. Çocukların savaş ve şiddet eylemleri içerisinde hiçbir yeri olamayacağını yineleyen Watenpaugh, açık arttırmalarda satılan erkek çocukların derhal sünnet edildiği, toplu tecavüzlere uğradığı ve kelime-i şahadet getirmeye zorlandığının da altını çizdi.

Modern hukukun insanlığa karşı suç olarak algılayacağı “kültürel soykırım” faaliyetlerine de değinen Watenpaugh sözlerini şu şekilde noktaladı: “1915’te Ermeni kadın ve Ermeni çocuk kimdi? Kelime-i şahadetler ile avuçlarda saklanan haç kolyeleri arasında kaybolan kadınlar mı, geri gelmeyecek babalarını bekleyen, bir süre sonra neye direndiğini dahi unutan çocuklar mı? ”     

Norman Naimark (Stanford Üniversitesi Doğu Avrupa Çalışmaları Bölümü Başkanı)

“Ermeniler soykırımın farkına yıllar sonra varabildi”

Norman Naimark’ın “karşılaştırmalı perspektifler” başlıklı konuşmasında 1915 olayları dünyada bilinen diğer soykırım suçlarıyla birlikte ele alındı. İnsanlığı benzer trajedilerden korumanın, ancak soykırımın ne anlama geldiğini açıklama yoluyla mümkün olduğunu dile getiren Naimark, soykırıma yol açan koşulların aniden değil, yıllara yayılan bir süreçte oluştuğunu ileri sürdü. Hitler Almanya’sındaki katliamın Alman nüfus içerisindeki kanıksanmış Yahudi karşıtlığı sebebiyle yıllar boyu fark edilemediğini öne süren Naimark, Osmanlı İmparatorluğu’nun soykırıma yönelik sistematik adımları sebebiyle Ermeni katlinin de başladıktan ancak yıllar sonra anlaşılabildiğinin altını çizdi.

Naimark, “kümülatif kast” olarak adlandırdığı sürecin Ermeni bankla soygunları, İmparatorluk’un dağılma döneminde Ermeni halkın İtilaf Devletleri’ne sığınması, düşman kuvvetlerle yapılan işbirliğinin “ihanet” olarak algılanması ve İttihatçı rejimin ekonomik motivasyonlarından oluştuğunu öne sürdü.

Soykırımın insanlık dışı boyutunda “kana susamışlık” üzerine de eğilen Naimark, “insanoğlunun tamahkârlığı şiddetten ayrı düşünülemez. Katliam katliamı getirir; öldürmek de sıradanlaşabilir” ifadelerini kullandı. Eski Yugoslavya, Yahudi kıyımı ve Stalin altındaki SSCB örneklerinde de benzer bir tutumla karşılaşıldığını dile getiren Naimark, “Naziler de önce Yahudileri daha sonra Romanları katletti. Son olarak kendi yaşlıları ve hastalarını hedef aldılar” diyerek, şiddetin en ilkel dürtülerin dışavurumu olduğu ve katliamların soykırımlara dönüşmesinin sanılandan çok daha basit bir sürecin sonucu olduğunu savundu.


Yorum yazın