Medya

‘Yeni’ Cumhuriyet gazeteciliğe yenilik getirdi mi?

Yazan: Mustafa Alp Dağıstanlı

Bir gazete, bir belirgin fikir demektir ve o “büyük” fikri varedecek irili ufaklı, hergün geliştirilecek başka fikirler gerekir. Cumhuriyet yeterince düşünmüyor, düşünmemiş gibi göründü bana.

Tek bir sayfa dünya haberleri olan iyi bir gazete olabilir mi? Hayır, olamaz.

Gazetecilik adına iyi bir şeyler yapmaya niyetli olduğunu anladığımız “yeniCumhuriyet, dış haberlere sadece bir sayfa ayırmış. Bazı günler başka haber sayfalarına yarımyamalak taşıyor dünya haberleri; yani, tek sayfanın yetmediğinin onlar da farkında, fakat tek sayfada ısrarlılar. Geçiyorum bu konuyu; uzun uzadıya anlatmanın manası yok. Şu yaşadığımız dünyayı bir düşünün, yeter.

Bir gazeteyle ilgili eleştiri yazmak zor, uğraştırıcı ve uzun bir iş. Çünkü gazete bir bütündür ve her ayrıntısının düşünülmüş olması gerekir. Yoksa iyi gazete yapamazsınız. Tasarımı iyi ve güzel olacak, haberleri iyi ve güzel yazılmış olacak, haber değerlendirmesi yerinde olacak, bütün hayat bir gazetenin konusu olduğuna göre ve okurlarının da bu hayat içinde çeşitli ilgi alanları olduğuna göre geniş bir yelpazeye sahip olacak, haber ile yorumu bir bulamaç haline getirmeyecek, haberin yanısıra bilgi içeren değişik bakış açılarını okurun bakış açısına sunan yorumlara, ufuk açıcı analizlere yer verecek, öğretici olacak ama eğletici olmayı da
savsaklamayacak…

Ben böyle kapsamlı bir işe girişmeyeceğim, temel bazı meselelerde birkaç örnek vererek bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Bunu yaparken de Cumhuriyet’in “yeni yüz”üne geçtiği 8 Mart 2015 sonrasını ele alacağım ve birinci sayfadan vereceğim örnekler dışında asıl olarak 2-12 Mayıs gazetelerinin içine bakacağım.

Gazetelerin artık sadece birinci sayfalarına internetten bakmakla yetiniyorum. Nadiren de bazı haberleri okuyorum. Yıllar yılı profesyonel gazetecilik yapmış biri bu durumdaysa, benim gibi pek çok insan vardır gazete almaktan ve okumaktan vazgeçen veya hiç başlamayan; olduğuna eminim, biliyorum, tanıyorum. Neden peki?

Gazete okumaya gerek var mı?

İlk akla gelecen sebeplerden biri şu: İnsanlar artık haberleri televizyon kanallarından bile değil, cep telefonlarından, mobil cihazlardan alıyor.

Ben cep telefonu kullanan biri de değilim. Evdeki bilgisayardan bakıyorum sağa sola. Ama yine de haberi cep telefonundan alan ile benim gazete almayış sebebim, galiba, aynı: Cep telefonuna gelen özetin veya Twitter’da 140, bazan birkaç posta halinde birkaç yüz daha karakterle aldığı haberin yettiğini düşünüyor. Ben birinci sayfadaki haberlere baktığımda, oraya yazılmış birkaç yüz karakter hacmindeki spottan daha fazlasını gazetenin iç sayfalarında bulacağımdan emin değilim. Daha doğrusu, bulmayacağımdan genellikle eminim; hadi bulamayacağımı düşünüyorum, diyeyim.

Spotta yazılan bilgiyle televizyon haberlerini karşılaştırın mesela. Bizim televizyon kanallarında haberler, neredeyse ne olursa olsun, kısa tutmak, hatta katı kurallarla belirlenmiş kısa süreleri aşmamak üzerine hazırlandığı için pek bir “ayrıntı” barındırmaz. (Televizyon meselesine burada girmeyelim, belki başka bir yazıda…) Demek istediğim şey şu: Televizyon haberini seyreden biri, gazete haberini okumaya gerek duymaz; çok büyük genellikle. Çünkü, gazetede daha alasının olmayacağını bilir, öğrenmiştir.

Bunun “mükemmel” bir örneği Cumhuriyet’in 1 Mayıs tarihli nüshasının birinci sayfasında var:
Özdemir: Müthiş bir baskı altındayız.

Bu “haber”, bir gün önce sosyal medyaya düşmüş, ne düşmesi, bayağı havalarda dolanmış bir tweet. Cüneyt Özdemir, tweetinde, 7 Haziran seçimleri öncesinde müthiş baskı altında olduklarını, maddi manevi gözdağı verildiğini söylemiş. Birinci sayfadaki spot bunu diyor. Haberi 12. sayfadaymış. Ne var ki, 12. sayfadaki haber de sadece Özdemir’in attığı tweet’ten ibaret. (Burada çok önemli bir başka sorun daha var, ona sonra geleceğim.)
Tabii, durum hep böyle değil. Ama şu örnek de buna yakın: 5 Mayıs tarihli 1. sayfadakiKadının faili meçhul” haberinin 16. sayfadaki tamamı şu (sağdaki fotoğraf):

Yani, dağ gibi başlık fare kadar haber doğurmuş. Mesele bu kadarsa, vereceğiniz haber bu kadarsa Twitter şahane bir mecra.

Haber neye denir?

Burada mesele haberlerin kısa olması değil. Bazan içerideki haber uzun olabiliyor, ama içi kof. Bir liderin veya siyasi figürün konuşmalarında buna çok rastlıyoruz. O konuşmayı gerçek bir haber haline getirmezseniz eğer, yine sosyal medyayla başetmeniz mümkün değil. Çünkü o konuşmanın en önemli birkaç cümlesi pıt diye beliriveriyor zaten sosyal medyada.

Dolayısıyla, şu haber meselesine bir bakalım. Türkiye’de haber başlı başına önemli ve büyük bir sorun; bu soruna dalmayalım şimdi, ama bu sorunun bütün gazeteler gibi Cumhuriyet’te de çok sık rastlanan bir veçhesine bakalım.

Sorumuz şu olmalı: Mesela Cumhurbaşkanı’nın ağzından çıkan herşey haber midir? Bu adamın konuşmasının tamamını veya bir özetini vermek haber midir? Haber yazmaktan kastımız bu mudur?

Kesinlikle değildir. Eğer haber yazmanın bu olduğunu kabul edersek, “Alın, bakın durum bu” demiş oluruz bir bakıma. Üstelik, o konuşmaların ertesi günü çıkarıyorsunuz gazetenizi. Sosyal medyadaki yansımaları bir tarafa, akşam televizyonlardan da seyrediyor, dinliyor ahali o konuşmayı, sizin metninizi neden okusun?

Gazetenin “anlık” mecralardan farkı, üretim ve hazırlanma sürecinin saatlerle ölçülen daha uzun bir zamana yayılması. Bu durum, gazeteye, verdiği her haberi, yorumu, metni, fotoğrafı, tasarımı daha ince dokunmuş, daha iyi işlenmiş halde sunma yükümlülüğü getirir, getirmeli. Ürününüzü parayla sattığınızı da unutmayın, öbür mecralar bedavayken! Ve Cumhuriyet öbür gazetelerden de pahalı: 1,5 lira.

Haber, birinin söylediği şey değil, gazetecinin yazdığı şeydir. Çünkü Cumhurbaşkanı yalan söyleyebilir, abartabilir, ele aldığı meseleyi çarpıtabilir, eksik aktarabilir, başkalarının da alanına giren şeyler söyleyebilir, söyledikleri arasında başka birilerinin söylediklerine uymayan şeyler olabilir, onun sözlerine cevap veren başkaları olabilir, karşı çıkmış ve çıkma potansiyeline sahip birileri de olabilir… Gazeteci, işte bütün bunları hesaba alarak ve tabii kendi bilgisini ve donanımını da katarak yazar haberini. Haber de ancak budur.

O onu dedi, bu bunu dedi gazeteciliği

Aksi, “o onu dedi, bu bunu dedi gazeteciliği”dir ve hiçbir donanıma, birikime, bilgiye gerek yoktur bu gazeteciliği yapmak için. Cumhuriyet’te de bu kötü gazeteciliğin çok sayıda örneği var. Fakat bu sorunun geldiği uç nokta, bir kişinin aynı gün söylediği -hatta aynı- şeylerin ayrı ayrı “haber” olması. 7 Mayıs tarihli Cumhuriyet’in 5. sayfasına bakalım (sağda).

Bu iki haber de CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun iki ayrı şehirdeki konuşmalarından oluşuyor. İşin komik tarafı, iki haber de aynı konuyla ilgili, seçim vaadlerinin kaynağı meselesi. Adam aynı gün içinde altı ayrı yerde konuşsa altı ayrı haber mi yapacağız? Bazan bir tek konuşmayı bile parçalayabilirsiniz tabii, çünkü o konuşmadaki bir bölüm, mesela Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun o gün ele aldığı ana meseleyle doğrudan ilgilidir; o zaman o ikisinden, varsa başka unsurların da katılmasıyla bir haber yazarsınız. Cumhuriyet’te de galiba hiç görmediğim bir şey bu. İki lider aynı toplantıda konuştuysa yapıyorlar. Konu değil, mekan önemli demek.

Yazmaya teşebbüs edilmemiş haberler

Bu “haber” anlayışının şahikası, demin sözünü ettiğim Cüneyt Özdemir’in tweet’i. Tam da bir gazetenin varlık koşullarıyla ilgili, damardan bir sorununu canlı canlı, yeni ve daha da azgın bir durum olarak dile getiriyor Özdemir ve sizin gazete olarak yazacağınız haber bu, öyle mi?

Cumhuriyet’inki bir haber bile değil, çünkü yazılmamış. Bu kadar gazetecinin şikâyeti, sızlanması, isyanı ayyuka çıkmışken, bu konuda kitaplar yazılmışken, sorun dünyaya malolmuşken gazetenizde manzarayı, sorunu hiç olmazsa biraz daha geniş resmi göstererek tarif eden bir haber yazmak iyi olmaz mıydı? Başka birilerine de acaba böyle baskılar alıp almadıklarını sorup bir haber yazmak iyi olmaz mıydı? Ancak bunları yaptığınızda bir haber yazmış olurdunuz.

Bu haber yazma –“zihniyetinin” demeyelim hadi– alışkanlığının vardığı vahim sonuçlara bir örnek de 4 Mayıs tarihli Cumhuriyet’in 1. sayfasındaki “Penguen şapşallıktı” haberi. Haber, Persona Non Grata adlı belgeselle ilgili. Başlık da Aydın Doğan’ın lafı. Gazete 11. sayfanın büyük kısmını da bu belgeselde konuşan gazetecilerin laflarına ayırmış. Belgeseli özetlemişler bir anlamda.

Bu belgesel gazetecilik için tam bir yüzkarasıdır, Türkiye’deki gazeteciliğin bütün zehirli özelliklerini taşıyan bir başyapıttır. (Ben dahil birkaç gazetecinin eleştirilerine baksın merak eden.) Ve Cumhuriyet de bu sefer bir belgeselin dediğini hiç sorgulamadan sayfalarına taşımış. Son derece tecrübeli ve iyi bir gazeteci arkadaşımın dediği gibi, analitik olmasını bırakın, tanımlayıcı bile olmayan bir şeyi aynen aktarmakla okuruna yanlış bir manzara sunuyor en azından. Ama işte “o onu dedi, bu bunu dedi gazeteciliği” bunun için tehlikelidir; okurunuza yalan söylemiş olursunuz, onu yanıltmış olursunuz.

Hikâye anlatma sanatı

Kötü yazılmış haber örnekleri de var.

12 Mayıs tarihli gazetenin arka sayfasının manşeti: “Hıfzı Topuz’un müzelik birikimi satılıyor.” Kısacık bir şey zaten, ama bu kısacık şey hatayla dolu.

İlk cümle bana yetmişti aslında, özellikle “kültürel şarap mahzeni”… Hıfzı Topuz’un açık arttırmaya çıkardığı eserler arkadaşlarının hediyesiymiş ve bu yüzden çok üzülüyormuş. Evdeki yoğunluk nedeniyle elden çıkarıyormuş. Bilemiyoruz evdeki yoğunluğu ve yine bilemiyoruz, belki evde tutacakları da yine dostlarının eserleridir ve elden çıkardıkları evde tuttukları kadar değerli değildir. Ama öyle de değilmiş galiba; habere bakılırsa, elden çıkardıkları arasında nadide eserler de bulunuyormuş! Ben bir şey anlamadım. Hem dostlarının eserleri, hem nadide eserler, hem çok üzülüyor… Hepsi birden de olabilir, ama bunun nasıl olabildiğini bize anlatması gerekmez miydi haberin? Topuz nasıl bir evde yaşıyor, kaç tablosu var, evde tuttukları neler..?

Sorgulamaktan bahsetmiyorum, Topuz ne istiyorsa yapar ve onu kınayacak halimiz yok, ama benim gibi okurların merak ettiği şeyi muhabirimiz de merak etse iyiydi. Gerçi bunu da yadırgamıyorum artık ben, biz gazeteciler basit merak duygusunu bile kaybettik galiba. Kaybetmeseydik gazetelerimiz daha iyi durumda olurdu. Sansür ve AKP baskısı yüzünden tabii!

Tabii, bütün haberler böyle kötü yazılmış değil. 15 Mayıs tarihli Cumhuriyet’in 1. sayfa manşeti (“YSK’de 2 cesur yürek”) iyi bir haber, dolu sayılır. Tamamı 6. sayfada, ama çok da iyi yazılmamış. Spotta söylenenden fazlası var; ama onların çoğu, internetteki sayfadan anladığım kadarıyla kutu yapılmış. Kutuya gelene kadarki kısımda tekrarlar var. Bir de haberin ortasında “Kurulda 2 sürpriz” diye bir arabaşlık var. E, sürpriz mi kaldı, haberin başında durumu söylediniz ya zaten. Yasa maddelerinden bir şey anlamıyoruz tabii, çünkü “cesur yürek”ler o metni biz gazete okurları için yazmadı; muhatapları biliyor diye yasanın numarasını verip geçtiler. İlle de o yasaları vermek istiyorsan, ne dediğini söyleyeceksin ki bir yere oturtabilelim.

Fırat Kozok, bu iyi haberini daha sonra RTÜK’teki isyankarlarla devam ettirdi.

Kısaca şunu söyleyip bu mevzuyu kapatayım: Bir haber yazmak, bir hikâye anlatmaktır aslında. Bir hikâye anlatırken sadece Kral’ın söylediklerinden bahsederseniz, bu bir hikâye olmaz ve kimse de dinlemez. Ortamı, atmosferi, o söylenenlerin başka şeylerle ilişkisini ve mızmızlanan prensin, isyankar aşıkın, gaddar nöbetçinin, dalkavuğun, emekçi köylünün söyleyip yaptıklarını da anlatmalısınız. Bunları birbirine iyi bağlamalısınız, iyi bir kurgu yani. İyi hikâye anlatamıyorsanız, herkes anafikirle (Twitter) yetinir, kendinizi dinletemezsiniz ve gazetenizi okutamazsınız.
Türkçe haberin bir hikâyesi yoktur genellikle. Edebiyat, gazeteciler için özellikle neden önemlidir, bir düşünün abiler.

Haber değerlendirme sorunları

Cumhuriyet’in önemli sorunlarından biri de haber değerlendirme. Birkaç örnekle geçeyim.

8 Mayıs tarihli gazetenin birinci sayfasında önemli bir haber var. Sadece “bence” önemli değil, Cumhuriyet’in editörleri de önemli bulmuş olmalı ki, kırmızı bir “Özel Haber” patlangacı koymuşlar: “Son ‘Gülen’ Erdoğan oldu.” (Mustafa Balbay’ın köşesinde yaptığı ucuz kelime numaralarını haberlere taşımayı alışkanlık haline getirmiş Cumhuriyet; başlık hem kötü, hem haberi anlatmıyor, hem bu iyi haberin değerini düşürüyor.)

Gelgelelim, haber sayfanın alt yarısına kaymış. İnanılmaz bir hata. Sayfanın üst yarısında Mahir Çayan ve arkadaşlarının Maltepe cezaevinden kaçma macerasını anlatan yazı dizisi ve “Cumhuriyet 35 yazarla meydanlarda” anonsu var!

Yazı dizisi, kesinlikle ilgi çekici, satış getirici, fakat bugün beşinci günü. Yani, yine görünür bir yere konulabilirdi, ama “özel haber”i ezmeden. Nitekim, “özel haber”lerinin olmadığı bir gün, 7 Mayıs’ta, sayfanın dibine koymuşlar; demek ki olabiliyor. O anonsun haberi ezmesine ise hiç gerek yoktu.

12 Mayıs tarihli 1. sayfanın Kenan Evren’le ilgili manşet haberi (“İbret tablosu / Güç ondayken herkes dalkavukluk yarışındaydı, bugün son yolculuğuna yalnız gidiyor”) aşağıda olmalı, altta kalan mesela “Silah şüphesiyle Türk gemisi vuruldu” haberi yukarıda olmalıydı. Çünkü Evren’le ilgili olan haber, iyi bir fikir olmakla birlikte, sıcak bir haber değil. Yine altta kalan “Yargıda 12 Eylül günleri” bile daha yukarıda olabilirdi, madem bu başlığı attınız. (Görüntüyü internetten aldım; İstanbul’da bayiden aldığım gazetedeki başlık yukarıda verdiğim gibi.)

Fakat Cumhuriyet Evren’in ölümünü, bence, ilk gün de (10 Mayıs 2015) abartmıştı. Birinci sayfayı tamamen onun ölümüne ayırmıştı. 12 Eylül darbesiyle bir hesaplaşma sayfasına çevirmişlerdi birinci sayfayı. Bunu yapmak iyi, ama birinci sayfanın işi değil bu; bir tarihî döküm yapıyorsun. (Ve sonra geleceğim başka bir meseleye de işaret edeyim burada: Can Dündar’ın köşe yazısı, bir yorum, haberi eziyor. Kesinlikle yanlış ve tehlikeli bir uygulama.)

Haberi ezen tavır gayretkeşliği

Can Dündar, 10 Mayıs'taki yazısında “önemli gün” diye niteliyor Evren’in öldüğü günü. Önemli bir gün değil halbuki, yine Dündar’ın manşeti ezen yazısında dediği şeyden ötürü: “Hesabını veremeden gitti.” Cuntanın şefi, “veremeden” değil (böyle deyince sanki ‘çok istedi de bir türlü veremedi zavallı’ anlamı çıkar çünkü), vermeden uzun ömrünü eceliyle noktaladı. Nesi önemli bunun? Önemli olan, gazetenin de dediği gibi, bu saate kadar hesap sormamak…

Bir tavır göstermeyi anlıyorum ve değerli de buluyorum, ama böyle abartılı tavır gösterileri, verilmesi gereken başka haberleri örter. Nitekim, çok çok önemli bir haberi ikinci birinci sayfaya düşürmüş: “Devletin IŞİD’le teması vardı.” Dünya çapında bir haberden bahsettiğimize dikkatinizi çekerim. Ve bu çarpıcı iddiayı dile getiren savcının ifadesine de Cumhuriyet ulaşmış! Yani, bir tavır gösterme gayretkeşliği, gazetenin çok önemli “özel haber”ini ezmiş.

22 Nisan tarihli Cumhuriyet
’in manşeti şu: “Yarın 23 Nisan.” Nasıl? Vay be, yarın 23 Nisan’mış, gerçekten çok şaşırtıcı! Bir de altbaşlığa bakalım: “Zabıta, dilenen Suriyeli çocukları parmaklıklar arkasına kilitledi.” Şimdi nasıl? Başka sorum yok.

8 Nisan tarihli gazetenin 1. sayfasında, manşetin üstünde şu haber var: “Ülfet Ertel yaşamını yitirdi.” Ben tanımıyordum. Kimmiş diye spota da baktım. “Aydınlanma bilgeleri İlhan Selçuk ile Turhan Selçuk’un kızkardeşi”ymiş. Peki, ama gazetenin tepesinde bu haberin ne işi var? Yok. Gazetecilerin akrabalarının ölümünün bir haber değeri mi var, olabilir mi?

20 Nisan tarihli manşete bakalım bir de: CHP lideri Kılıçdaroğlu seçim bildirgesini açıklamış. Ve Cumhuriyet bu haberi “Demokratik devrim rüzgarı” diye veriyor, tırnak falan kullanmadan. Bayağı da iri bir yer ayırmış (sağda).

İki gün sonra, 22 Nisan’da HDP’nin seçim bildirgesi haberi var. Galiba orada rüzgar esmiyormuş, şu başlıkla vermişler:
HDP: ‘Sultan’ın kâbusu olacağız.
Ve HDP haberinin hacmi, CHP’ninkinin dörtte biri kadar, en kabadayısından. Benim anladığım, Cumhuriyet, CHP’nin yelkenini biraz doldurmuş. MHP’ninkini de düz vermişti gazete. AKP’ninki?

Bir değinmeyle bu konuyu da kapatayım. Cumhuriyet 91. yılını kutladı bu arada. Gazete iki gün manşet üstünden verdi bunu. Daha vakur bir duruş daha yakışıklı olmaz mıydı? Sadece soruyorum. Ve içeriden de ilk gün iki, ertesi gün bir tam sayfa verdi bu “haber”i. 92. yılda da böyle verecek mi acaba, 93’te, 94’te…?

Haber’e yakışmayan başlıklar

Haber başlıkları da başka bir sorun ve bu sorun da bütün gazetelere bulaşmış durumda. Son derece yorumlu başlıklar. Haber başlığında slogan atamazsınız, o zaman haberinizin güvenilirliği kalmaz, gazetenizin kalmaz. Sadece sizin gibi düşünenlerin güvendiği bir gazete güvenilir bir gazete değildir. Birkaç örnekle yetinelim.

26 Mart 2015: Başlık “Vicdansızlar”, altbaşlık “Oğlu öldürüldü, eşi üzüntüden öldü, Baba Ayvalıtaş da adliyede hastanelik edildi”.
Hayır, böyle haber başlığı olamaz, böyle iyi gazete olunamaz. Editörlerin öfkelenmesini anlamıyor değilim, ben de öfkeleniyorum; fakat gazete deşarj olma yeri değildir. Gazetecilik, heyecanla yapılan, ama soğukkanlılıkla sunulan bir iştir.

4 Nisan 2015:Vicdanın belgesi var mı?” Üstbaşlık da şu: “Berkin Elvan’ı artık rahat bırakın.
Çok istiyorsanız, Anglo-Saxon geleneğindeki gibi her gün sıkı editoryaller yayınlarsınız ve gazetenizin tavrını orada açıklarsınız. (Mümkünse Türk ucuzluğuna kaçmadan ama.)

4 Nisan 2015: “İşte o kafa.” Üstbaşlık: “Ali İsmail’e ders kitabında saygısızlık.
Bu başlığın da berbat Yeni Şafak başlıklarından hiç farkı yok; şimdi arayamayacağım, ama aynı başlığı daha önce sizin hiç kabul etmeyeceğiniz bir haber için attıklarından eminim.
Şunun gibi amiyane başlık örneklerine de rastlanabiliyor: (6 Mayıs, 2. sayfa) “Sanat bahane transparan şahane.


Yeni tasarım


Son olarak yeni sayfa düzeninden de bahsedelim. Yaptığınız her işte olduğu gibi, gazete tasarımında da “Neden?” sorusuna bir cevabınız olmalıdır, ikna edici bir cevap. ‘Ben böyle güzel olacağını düşündüm’ bir cevap değildir. Bir sanat eseri için belki böyle “açıklama”yla, hatta açıklamasızlıkla yetinebilirsiniz, ama gazete tasarımı sadece sizin güzellik anlayışınızla idare edemez. Sonuç olarak büyük kitlelere hitap ediyorsunuzdur ve işlevselliği, kolay algılanabilir olmayı, okuru yormamayı, dahası işini kolaylaştırmayı gözetmelisiniz. Tabii, bütün bunları yaparken, sonunda güzel bir ürün de ortaya koymalısınız.

Birinci sayfa bir bit pazarı halinde. Canlı ve renkli bir sayfa yapmak için renk kullanımını böyle zorlamaya hiç gerek yok. Layıkıyla kullanacağınız iyi bir fotoğraf sayfayı gayet iyi renklendirir ve güzelleştirir. Ama tabii, sayfaya bu kadar çok görsel unsur koyarsanız, fotoğrafa hakettiği muameleyi etmemiş olursunuz. Her haberin bir fotoğrafı, bazılarının üstüste bindirilmiş iki fotoğrafı var. Bu durumun kendisi zaten büyük bir karmaşa yaratıyor ve yer kaybına yol açıyor. Bu fotoğrafların çoğu gereksiz ve çirkin zaten. Fotoğraf, kendi başına bir değeri olan, hatta görsel değeri yanında, hiç olmazsa kimi zaman haber değeri olan bir unsurdur. Ve çok fazla haber var birinci sayfada.

Bu keşmekeşe en iyi örneklerden biri, 2 Mayıs tarihli birinci sayfa; yani 1 Mayıs haberinin verildiği gün. Sırf karşılaştırma uğruna güzel, temiz bir sayfa yapma fırsatı heba edilmiş. Dünyadan fotoğrafları içeride kullanıp, Türkiye’deki vahşeti gayet iyi gösteren o Taksim fotoğrafını sekiz sütuna açmak kesinlikle çok daha etkileyici, vurucu olurdu. Fotoğrafın üstüne binen başlık, her fotoğrafın üzerinde ayrıca ülke liderlerinin kelle fotoğrafı, bir fotoğrafın üstünde rakamlar, bütün fotoğrafların üstünde patlangaçlar… Bari bu patlangaçlara sadece ülke isimlerini yazın bari, “Burası” demeden olmuyor mu yani? Bir sürü fazlalık…

Denebilir ki, ‘Kardeşim, gazete ve tasarımcı, çok fotoğraflı bir tasarımı tercih etmiş, sayfa da ona uygun’.
Doğru. Ben de buraya gelecektim zaten. Peki, Cumhuriyet ne yapmak istiyor? Türkiye gazeteleri, özellikle birinci sayfaları, tam bir görsel çöplüktür. Bunun kendi okurunu yarattığı düşünülüyor herhalde.

Gazetecilerin (tabii televizyoncuların da) sarıldığı en sihirli değnek, açıklama, şudur: “Okur bunu istiyor.” Nedense bizim gazeteciler okurun ne istediğinden tuhaf bir şekilde emindir her zaman; bu yüzden gazetelerimiz satış rekorları kırıyor ya! Okurun ne istediği meselesi karmaşıktır, burada girmeyelim; ama “İyi bir gazete kötü ve çirkin ve yanlış bir şey yapmaya razı olur mu, olmalı mı?” sorusunu da soralım.

Ayrıca, Cumhuriyet logosunun haberler ve görsel unsurlarla çok sıkıştırıldığını, bu durumun bir çirkinlik, güdüklük yarattığını düşünüyorum. Logonun biraz serbest bırakılması daha iyi.

Cumhuriyet’in, özellikle birinci sayfa tasarımı, Türk gazetelerinin görsel çöplüğünü tekrar ediyor bana kalırsa.İç sayfalar daha sade, ama orada da şimdi birkaçını sıralayacağım (1. sayfada da görülen) ortak sorunlar var:

Bazı başlıklar büyük harfle yazılıyor; neden?
Bazı üstbaşlıklar büyük, bazıları küçük harfle; neden?
Bazı üstbaşlıklar renkli, bazısı siyah; neden?
Bazı kutu başlıkları renkli, bazıları değil; neden acaba?
Bazı haberlere renkli fon verilmiş, bazılarına verilmemiş; neden?
Bunların bir mantığı varmış gibi görünmüyor, çünkü aynı durumda farklı uygulamalar var.

Başlık nedir?

Fakat başlıklarla ilgili Türkiye medyasında çok rastlanan temel bir biçimsizlik ve yanlış (güzel-çirkin değil, düpedüz yanlış) bir uygulama Cumhuriyet’in yeni halinde de eskisindeki gibi sürüyor. Şöyle anlatayım:

Başlık, altındaki şeyleri kapsar; çok temel bir kural. Yani, “Mustafa Cumhuriyet’i eleştirdi” başlığının altına Fener-Galatasaray haberini koymazsınız; haliyle mesela Kuyt’un gol sevinci fotoğrafı da pek uygun düşmez oraya. Ama o başlığın altındaki alanda, aynı konuyla bağlantılı bir parça haberiniz daha varsa, koymakta bir beis yoktur tabii.

Gecekondu mantığını andıran bu uygulamanın birçok örneği hergün gazetenin birçok sayfasında sergileniyor. Birkaçıyla yetinelim.

12 Mayıs 2015: Birinci sayfada “Yargıda 12 Eylül günleri” başlığının altındaki haberlere bir bakın (altta): Bir Suriye haberi, Libya’da vurulan Türk gemisi haberi, bir Kıbrıs haberi ve Cüneyt Arcayürek’in yazısı.

Aynı tarihli gazetenin 22. sayfasındaki bir uygulama katmerli bir hata ve çirkinlik. “Defne Halman’a destek” haberinin altında bir de ilan var (sağda). İlanlar ile haberler kesinlikle net olarak ayrılmalıdır bir gazetede zaten. O ilan haberin bir unsuru, bu durumda!

9 Mayıs tarihli gazetenin restorasyon skandallarını sergileyen 14. sayfasından (üstte): “Mescit, sahne ve sarnıç” başlığı aslında Rumelihisarı’ndaki durumu anlatan metnin başlığı, ama Malabadi Köprüsü ve Divriği Kale Camii’ni de kanatları altına almış.

5 Mayıs tarihli gazetenin 1. sayfasında “Kadının faili meçhul” başlığının altında “Avukatlar coplarla adliyeden atıldı” fotoğraflı haberi var.

Bu saçma uygulamanın gerekçesi şu: sayfanın grafik bütünlüğü ve uyumu için en az bir iri başlık daha gerektiğini düşünüyorlar. Peki. Fakat bu düstur sade bir sayfa için geçerlidir. Zaten karman çorman, yazıların, irili ufaklı başlıkların, resimlerin yığıldığı bir sayfada ne grafik uyumu!

Çölde elekle su taşımak

Sonuç olarak, bu gazetecilik çölüne Cumhuriyet biraz su taşımaya niyetli gibi görünüyor, ama suyu elekle taşıyor. Dolayısıyla, bir vaha yaratması bana çok zor görünüyor. Burada ele almadığım irili ufaklı başka sorunlar da var çünkü.

Temel bir hatadan daha söz etmek gerek: Bana kalırsa köşe yazarlarına çok fazla vurgu yapıyor, tam tersine habere vurgu yapmak, muhabiri öne çıkarmak gerekirken.

Açık konuşalım, hepimizin karnı tok köşe yazılarına. İnternet köşe yazısı kaynıyor. Bu kaynama içinde bilgi dolu yorum pek az. Geçenlerde Ali Nesin Facebook’ta bazılarımızın hep söylediği bir şeyi çok güzel ifade etti: “Fikir yerine yargı beyan eden bir halkız. Fikrimiz yok ama yargımız var.

Köşe yazarlarının çoğu için de geçerli bu durum bence ve benim gibi okur dediğimiz mahlukun da, fikri yoksa bile gayet güzel, nur topu gibi yargısı var. Cumhuriyet’in de bu türden köşe yazıları var bayağı. Bu “yeni yüz”e geçme, Mustafa Balbay’ı birinci sayfadan itmeye yaramış. Ama zaten gazeteden ayrılması, ayrılmıyorsa ayrılmaya davet edilmesi gerekirdi. Bildiğim kadarıyla, aktif siyasetle uğraşan birinin gazetede çalışamaması gibi bir ilkesi var Cumhuriyet’in. Neyse, onların ilkelerini ben hatırlatacak değilim. Fakat gazetede aşırı bir yazar bolluğu var, belki bunların bir kısmını internet sayfasına kaydırıp gazeteyi rahatlatabilirler.

Bu köşe yazıları meselesinde üzerinde durulacak başka hususlar da var, ama oralara girmeden diyeceğim şu: Köşe yazarı için kimse gazete almaz. Zaten internetten bakıyorlar hepsine. Ama gazete hergün iyi haberler veriyorsa, okur toplayabilir. Hepimiz lafa gelince konuşuyoruz ya, Türkiye haber kaynıyor diye… Ve haber, sadece muhabirin getireceği bir şey değildir, editörlerin de düşüneceği bir şeydir.

Tabii, sadece kağıda basılan gazeteyi değil, internet versiyonunu da beraber mütalaa etmek gerekir ki, bu da apayrı bir konu bir bakıma.

Sonuç olarak, bir gazete, bir belirgin fikir demektir ve o “büyük” fikri varedecek irili ufaklı, hergün geliştirilecek başka fikirler gerekir. Cumhuriyet yeterince düşünmüyor, düşünmemiş gibi göründü bana.
Cumhuriyetçiler kusura bakmasın, Türkiye’deki fikir ve tartışma ortamını yansıtır biçimde, şöyle bir açıklamaya gerek duyuyorum. Bir eleştiri yazdım. Hepsine katılabilirsiniz, hiçbirine katiyyen katılmayabilirsiniz, bazılarına katılabilirsiniz; farketmez.

“Yapıcı eleştiri” benim çok tuhaf, samimiyetsiz bulduğum, eleştirel akıldan kaçışı simgeleyen bir terim. En düşmanca eleştiriden de yapıcı bir şey çıkarmak mümkündür. Eleştirinin yapıcı veya yıkıcı olması, muhatabının yapıcı veya yıkıcı olmasına, nasıl algıladığına bağlıdır. Muhatap yapıcıysa, eleştiriye bakar, düşünür. Tamamını reddetse bile en azından yaptığı iş hakkında bir kere daha düşünmüş olur.

Asıl yıkıcı olan, eleştirmemektir. Sessiz kalmak ve 'çok iyi, aynen devam' demektir. Çünkü hatayı düzeltme, işi iyileştirme yolunu açmaz, tıkar.

Nihayetinde, hayatta en hakiki mürşit eleştiridir/eleştirel akıldır. Değil mi?

Yorum yazın