Gündem

Perihan Mağden’e küfür kıyamet bir cevap daha

Yazan: Barış Uygur

Perihan Mağden'in Cem Garipoğlu yazısını Barış Uygur analiz etti. Köşe yazarlarının sorumluğunu da hatırlatan bu yazıyı kısaltmadan yayınlıyoruz.

Perihan Mağden, Münevver Karabulut’u öldüren Cem Garipoğlu’nun ölümü ardından yazdığı Cem Garipoğlu güzellemesine tepki gösterenleri canhıraş bir şekilde okuduğunu anlamamakla, kendisini yaftalamakla, linç etmeye kalkmakla suçlamış ve yazdığı yazıdan iki üç alakasız tasvirin cımbızlandığını, hakarete uğradığını, kendisine beddua edildiğini ileri sürmüş. Diğer bir iddiası da, kendisini eleştirenlerin pek bir “süssüz” yazısının tamamının okumadığı, söylediklerini de anlamadığı yönünde. Daha başka çok şey var da yerimiz dar. E gelin bakalım hiç cımbızlamadan satır satır okuyalım ne demiş o zaman.

Başlığımız: “Cem Garipoğlu’nun Türklük Halleri ve akıl sağlığıyla bu dünyaya yerleşememe sınavı”

“Münevver Karabulut’un öldürülmesinden sonra, yani güzelim başının bir gitar kılıfında, bedeninin bir bavulda bulunmasından–

Az buz lanet etmedim onu öldüren “zengin çocuğuna”, Cem Garipoğlu’na!

Doğal olarak kendime Münevver’in annesi rolünü biçtim. Kurban oydu, giden oydu! Buna karşılık imkânları hiç de kısıtlı olmayan ailesi tarafından aylarca kaçırılan Cem’di.

“Cinayet mahalli” (ne kalpsiz kelimeler!) silinip yıkanılan, her çeşit yardımla cezadan kaçırılan, ailesi tarafından (utanmadan etmeden) korunup kollanan Cem’di!”

Dikkatli okuru, hemen arkasından gelecek ters köşeye hazırlayan bir giriş zira bir geçmiş zaman söz konusu. Şöyle özetleyeyim: Bizde 1990’larda “Benim anneannem de başörtülü ama,” 2000’lerde “Demokratik taleplere canım feda ama,” ve hemen her zaman “Ben de Kürtlerin özgürlüklerinden yanayım ama,” cümleleri aslını isterseniz “Irkçı değilim ama,” girizgahının benzerleridir. Cümlenin başındaki “Irkçı değilim ama,” girişini, kesinlikle ırkçı bir söylemin takip edeceğine bahse girebilirsiniz. Perihan Mağden aslında bu girişinde bir de geçmiş zamanın hikâyesini kullanıp “Az bu lanet etmemiştim Cem Garipoğlu’na” dese zaten tam olacak memleket, açık açık “Irkçı değildim ama,” demiş olacak.

“Oysa şimdi intihar eden Cem Garipoğlu’nun ardından yas tutarken, böylesine büyük bir azim ve kararlılıkla kendini öldürmeyi “başaran” bu gencecik çocuk için üzülürken, içim acırken, sızlarken bulmuşsam kendimi–

Yazmak istedim yani.

Biz Cem’e haksızlık yapmışız!”

Kimse kimsenin, neye üzülüp üzülmemesi gerektiğine karar verme hakkına sahip değil. Ve insan aslını isterseniz eli kanlı bir katilin ölümüne de gayet tabii üzülebilir. Ve aslında zaten kimsenin bununla bir sorunu olduğunu sanmıyorum. Yalnız burada Perihan Mağden’in cümlelerinin öznesi, “Ben’den” “Biz’e” dönüşüyor. Mağden “Biz” derken kimi kastediyor? Yazıyı bir kurum adına yazmadığına, yazısı başyazı olmadığı için gazete adına konuştuğu da değerlendirilemeyeceğine göre kimler bunlar? Arada sırada yazı yazan birisi olarak buradaki birinci çoğul şahısın, yazıyı okuyan herkes olduğu intibaına kapıldım ve Cem’e nasıl bir haksızlık yaptığımı merak ettim doğrusu. Tabii sizin de. Zira bu çok kapsayıcı bir biz, isteyen istediği kadar kıvırsın; bu süreç hakkında konuşan konuşmayan herkesi kapsıyor. Ama neyse, ona da geliriz.

“Avukatının başından beri dediği gibi, ruh sağlığının yerinde olup olmamasını kat’i surette kâle almamışız, demek ki.”

Buna göre bir insanın ruh sağlığının yerinde olup olmadığını kimden soruyoruz? O insanın avukatından. Perihan Mağden elbette depresyona girdiğinde Sulh Hukuk Mahkemesine, gaipten sesler duymaya başladığında Ağır Ceza’ya veya kanındaki lityum seviyesi azaldığında icra dairesine başvurabilir; bu tip sorunlarla karşılaştığında derhal avukatına koşabilir ama biz Perihan Mağden dışında kalan zavallı ve okuduğunu anlamayan insanlar bir insanın ruh sağlığı konusunda maalesef hâlâ psikiyatri uzmanlarını dikkate alıyoruz. Bizim yaşadığımız dünya için Cem Garipoğlu’nun avukatının kendi müvekkiline psikiyatrik teşhis koymasıyla benim buradan Perihan Mağden’e psikiyatrik teşhis koymam arasında çok da bir fark yok.

“17 yaşında bir oğlanın (tamam gencecik, güzelim bir kızı öldürdü) yanında yer almamız gerektiği kadar yer almamışız. İki kurbanın olduğu bir hadiseyle karşı karşıya olduğumuzun–”

Burada yine bu “biz” sorunu karşımıza çıkıyor. Kim bu Cem’in yanında yer alması gerektiği kadar kalmayanlar? Perihan Mağden, “Ben Cem’e yeteri kadar sahip çıkamamışım, onun yanında yeteri kadar yer alamamışım,” dese diğerlerini bilmem ama benim yine söyleyecek bir sözüm olmaz. Ama buna cesaret edemiyor, kendi hissettiğini “Gelin itiraf edelim,” yaklaşımıyla hepimize yamayarak kendisini normalleştirmeye çalışıyor. Arkadaşlarının, eşinin dostunun da eroin kullanmasını isteyen bir eroinman davranışı gibi. Bir yanıyla masum, o hayata devam etmek istiyor ama şüpheleri var ve ne kadar çok insan onunla beraber eroin kullanırsa o da kendisini o kadar normal hissedecek, şüpheleri ortadan kalkacak. Diğer yanıyla tedirgin edici elbette; senin ne diye durduk yere eroin kullanayım ve ne diye durduk yere kendi pozisyonumu Perihan Mağden’in bol gelgitli fikirlerine göre değiştireyim ki?

“Eğri oturup doğru konuşalım: Bu cinayet ABD’de işlenseydi, Cem (en fazla) beş yıl üç ay falan akıl hastanesinde yatıp, “tedavisi tamamlandı” kararıyla, şartlı olarak tahliye edilirdi.”

Valla eğri oturup doğru konuşacak, ABD gibi 50 farklı devletten oluşan bir federasyondan falan bahsetmeye başlayacaksak işler çok karışıyor. Anlaşılan psikiyatrik konularda avukatlara danışan Perihan Mağden hukuki konularda da bakkaldan yardım alıyor, bakkalı da ona ayıp olmasın, bir de küsüratlı olsun da salladığı belli olmasın diye “Beş yıl üç ay falan yatar işte,” diyor. Ben Mağden kadar cesur olmadığım için net bir rakam veremiyorum ama sadece arada bir elime geçen gazetelerden “falan” bu “ABD’de olsa” iddiasının pek iler tutar yanı olmadığını sezebiliyorum. Aklıma bildik isimler geliyor, Charles Manson’dan Unabomber Theodore Kaczynski’ye, ömür boyu kilit altında bekleyen. Tabii bir de “death row inmates” denen ve hâli hazırda iğneyle ölümü bekleyen 62 mahkum var. Bunların işledikleri suçlar da belli (çok isteyen http://www.deathpenaltyinfo.org/federal-death-row-prisoners#list adresinden öğrenebilir) ve bu mahkumlar arasında Cem Garipoğlu gibi ağır bir suç işlemiş pek kimse de yok.

Ama bunun konumuzla ilgisi de yok. Bu cinayet Çin’de, Almanya’da, İsveç’te, Malezya’da, İran’da ya da Yunanistan’da da işlenebilirdi. Ama Cem Garipoğlu’na Türkiye’de verilen cezanın ağırlığını göstermek için örnek gösterilebilecek son ülkelerden biri de ABD olurdu herhalde. Hiç olmazsa idam cezasının kaldırıldığı bir ülke seçseymiş diyeceğim ama o zaman ne olacaktı ki? Kendisini eleştirenlerin “özensiz” yazdığını iddia eden Mağden’in kendisi de kaleme pek öyle takla falan attırmıyor gibi. Sıradan bir kahvede duyacağımız “Abi böyle şey Amerika’da olsa, bunu var ya Almanya’da yapacaklar, Alman Polisi ne yapar adamı biliyor musun…” muhabbetlerinin bir başka çeşidini bize sunan Mağden bunu özenle sunmuş da olabilir tabii. Margarinle beslenip özenle büyütülen çocuklar nasıl özenle büyütüldüyse.

“Çok küçüktü âşık olduğu kızı öldürdüğünde.”

Kendisini eleştirenleri yazısını okumamakla, anlamamakla suçlayan Mağden, öyle sanıyorum ki olayla ilgili hiçbir soruşturma dosyasının tek bir satırını okumamış ve hatta olayla ilgili gazetelerde çıkan haberlere bile doğru dürüst göz gezdirmemiş. Tabii bir ihtimal Mağden’in âşık olma anlayışı farklı olabilir. Ama ben kendi payıma her ne kadar kadın değilsem de ve kadınları çok iyi anladığımı falan iddia edemeyecek olsam da, bir erkek beni telefonuna “Beyoğlu Sürtüğü” diye kaydetse, fotoğraflarımı bilgisayarında “sürtük” gibi ifadelerle etiketlese bundan çok hoşlanmazdım.

“Ve Münevver’in anneliğinden, kendini öldürmüş Cem’in anneliğine evrilirken söyleyeceğim bir çift söz daha var: Cem Türkiye’ye, Türk İlişkileri’ne, bu cangıldaki oyunlara hazır değildi.

Hazırlıksız yakalandığı bir oyunda/ hayatta, hem Münevver’i, hem kendini yok etti.”

Allah allah. Dünyadaki bütün ülkeleri gezdik, hepsinde ilk gençlik ve gençlik çağındaki çocukların neler yaşadığını, nasıl ilişkiler kurduğunu bir güzel etüd ettik ve şimdi “Türk Tipi İlişki Modeli” diye bir şey keşfettik öyle mi? “Avrupa’da kızlar teklif ediyormuş,” “İsviçre’de direk giriyormuşsun,” “Bizim Türk kızları Kezban yaaa,” diye başlayan kahve muhabbetlerinde doğruluk payı mı var yoksa? Veya Perihan Mağden acaba son zamanlarda Harput Kıraathanesinden çıkmaz mı oldu? Neyse bakalım göreceğiz. Biz de işte ne yapalım, okuduğumuzu anlamıyoruz ki…

“Cem’in babası, TMSF mallarına el koyup da kendini hapiste bulunca , “Oğlum yurt dışında dil öğrensin, burada okumak yerine”, diye ilginç bir karara varıyor.  Yolluyorlar Cem’i.

Böylece Rusya’da Rusça, İspanya’da İspanyolca, Çin’de Çince filan öğrenerek 12 yaşından 17 yaşına kadar yurt dışında dolaşan/ yaşayan Cem, döndüğünde bu acayip Türkiye’ye, Türk Tipi İlişkiler’e hazır mıdır sizce?”

Valla aklı başında bir insan, böyle bir verinin ardından, “Bu çocuk Türk Tipi İlişkilere, Asya Tipi Üretim Tarzına alışkın mıdır sizce?” diye sormaz. Bu çocuk beş yıl boyunca niye ülke ülke gezmiş, neden bu ülkelerden birinde kalmayı becerememiş ben onu daha çok merak ederim. Liseyi yurtdışında okumuş çok insan tanıyorum ve hiçbiri böyle Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bir rota izlemiş değil. Hayır, liseden bahsediyoruz burada, bir kez daha düşünelim isterseniz. Her neyse, bizler babamızın memuriyeti nedeniyle Anadolu’yu şehir şehir gezen bir neslin çocukları olduğumuz için “babasının bankasının içini boşaltması nedeniyle” ülke ülke gezen çocukları elbette tam olarak anlamayabiliriz.

“Yoksa alt üst mü olmuştur? Ne buralıdır, ne buradan değil. Ne anlıyordur, ne de anlamadığının dahi ayırdına varabiliyordur.

Ben, yarım yüzyıldır buradayım; her gün tökezliyorum, her gün cinai hislere kapılıyorum, her gün bu denli çok yalan söyleyen ve tüm bu yalanları zevk alarak, iştahla, neşe içinde söyleyen insanlara karşı kendimi çaresiz ve kuşatılmış hissediyorum.”

Çünkü Mağden hiç yalan söylemiyor, o hep pirüpak. Mesela yıllarca yere göğe sığdıramadığı, Cem Yılmaz’dan daha komik Yılmaz Erdoğan’dan daha yetenekli olduğunu iddia ettiği Beyazıt Öztürk’ü Kanal D’den, o dönem Uzan’ların elinde olan Star TV’ye geçer geçmez kötülemeye başlayan Mağden değil benim. Aynı şekilde GSM şirketlerinin KDV yüzsüzlükleri ve zehir saçan baz istasyonları aklına ancak Doğan grubunun 3. GSM ihalesini kaybetmesinin ardından geliveren de benim. Ne ki bu yaptığım yalakalıklar hiç kıymet görmedi anacığım. Yahu yetmedi, daha sonra yerin dibine sokacağım Özkök’ü arayıp (sanki adam bir gazete genel yayın yönetmeni değilmiş de dağ başında yaşıyormuş gibi) “Sevdiğiniz film gösterime girdi, müjdemi isterim,” diye sevimlilik yapan da benim. Yapacak bir şey yok. Bildiğiniz gibi ben ve benim gibilerin varlığı Mağden’e kendisini çaresiz ve kuşatılmış hissediyor. Bunun için ancak özür dileyebilirim herhâlde.

“İntihardan sonra, Münevver Karabulut’un ailesi Cem’in kendini öldürdüğüne inanmıyor, “Parası var, başkasının cesedini gömmüşlerdir onun yerine” şüphesiyle avukatlarını yolluyor. Soruşturma, kanıt talep ediyor.

Hakikat şu ki; Münevver’in ailesi intikama doymuyor.”

Vay be. İntikama doyamadılar demek. Anlaşılan aradan geçen şuncacık zamanda çoktan doymuş olmaları gerekirdi. Ama işte yok ki yanlarında Perihan Mağden gibi “Tohumu sende değil mi yine yaparsın,” diyecek bir ablaları. Hep yokluktan zahir.

“Giden çocuğunun yerini hiçbir şey dolduramaz, muhakkak. Bitmek tükenmek bilmez bir intikam hissi de öyle.

Ben Münevver’in annesi olsam, mahkemede Cem’in üstüne atlayıp gebertmek isterim onu! diye düşündüm kaç kez. Hakikaten. Ellerimle boğuvermek, oracıkta!”

A yanlış anlamışız. Perihan Mağden aynı konumda olsa hiç mi hiç doymayacakmış, bizzat ihkak-ı hak’la görecekmiş işini? Dur bakalım vardır bir hikmeti.

“Tüm daha sonra gelen dinlerin kırpıp apartıp kendi kitaplarına devşirdiği Eski Ahit’te (namı diğer: Tevrat) “Vengeance is mine saith the Lord”, diye bir satır var.

Nasıl “Önce söz vardı”, Eski Ahit’tense, sık sık kendime hatırlatmak zorunda hissettiğim “Tanrı, intikam bana aittir! dedi” lafı da, Tevrat’tan işte.”

Valla bana Perihan Mağden’in yazısından bir cümle cımbızla deseler hiç uğraşmaz bu tevrat alıntısını cımbızlardım. Tevrat’ta niye İngilizce satırlar var, neden zaten daha sonra Türkçesini vereceği bir cümlenin afili (King James çevirisi herhal) İngilizcesini yazıyor çözebilmiş değilim. Ama madem böylesinden hoşlanıyor, ben de Tevrat’ın, Exodus bölümünden bir ayet paylaşayım:

“Auge um Auge, Zahn um Zahn, Hand um Hand, Fuß um Fuß,” diye de bir satır var. Dişe diş, kana kan intikam intikam gibi bir şeyler işte, sonrası da yakanı yak morartanı morart diye devam ediyor, hiç öyle gelene merhaba, gidene eyvallah gibi bir durum yok. Bu durumda Tevrat’tan cımbızlama yapmak Mağden’e serbest, Mağden’den cımbızlama yapmak, cıss yanarsın. Tabii bir de Mağden’in alıntıladığı satırın bağlamına bakmak lâzım. “İntikam benimdir, siz kendiniz almaya kalkmayın,” anlamındaysa, Mağden yanlış gelmiş. Zira Eski Ahit’te böyle bir ifade yok. Ha ama bak Yeni Ahit’te var. Ama neyse.

Ha benimki niye Almanca? E İngilizce oluyor da Almanca neden olmasın? Önce bir Mağden cevaplasın neden İngilizce yazdığını, ben de bir cevap bulurum herhalde. Olmadı ondan kopya çekerim.

“Şimdi, hiçbir ön hazırlığının olmadığı bir Yalanlarla Yaşayanlar toplumunda, delice âşık olduğu gencecik bir kızın hayatını sonlandıran Cem Garipoğlu “vakasında” bu sözün yerine geldiğini görüyoruz.

Çünkü Cem’in vicdanı vardı. Çünkü Cem’in kalbi vardı. Çünkü böyle bir “suçun” yükünü kaldıramadı.”

Kıza delice âşık olup olmadığı konusunda Mağden’le bir fikir ayrılığımız olduğunu daha önce de belirtmiştim, geçelim.

Perihan Mağden Garipoğlu’nun ölümüne nasıl da güzel hikayeler yazıyor. Akla yatkın tabii. Vicdan azabı, bir cinayetin ağırlığını kaldıramamak. Ve günün sonunda elimizde kafasına poşet geçirerek “ölmüş” bir çocuk. Peki Garipoğlu’nun bilinçli olarak intihar etmediği, sadece aslında bir doğrusu bulunmayan bir haz oyununda ayarı kaçırarak öldüğü ortaya çıkarsa Mağden’e bu vicdan satırlarını kim yutturacak? Zira her yıl yüzlerce insan “otoerotik boğulma” sonucu ölüyor, çoğu ilk bakışta intihar ya da intihar süsü verilmiş cinayet zannediliyor.

“Mahkemede ilk belirdiği andan itibaren “Pişmanım!” dedi.”

Buradan Garipoğlu’nun duruşmada ne yapması gerektiğini mahalle bakkalından değil avukatından öğrendiğini anlıyoruz tabii. Perihan Mağden gibi bakkala danışsa “Çık, yaptımsa yaptım de be,” gibi bir öneri de alabilirdi.

“Münevver’in bir teğmenle mesajlaşmasını yakalamıştı.”

Yani? Münevver de hak etmemiş değildi demek istiyor ve bu kadar açıkça ortada olan gerçek herkes tarafından görüldüğü için ikinci yazısında eleştirilere adeta saldırıyor. Aslında saldırdığı kendisi, eleştirilerden sonra dönüp bir kez daha okuduğu, okurken farkına vardığı cümlesi. “Nasıl benim kadına şiddeti savunduğumu söyleyebilirsiniz!” diye inlerken aslında gayet net bir şekilde “Ben nasıl oldu da böyle bir cümle yazabildim, ben nasıl oldu da bir cinayete hafifletici neden olarak bir mesajlaşmayı gösterebildim,” diyor.

Diğer yandan, sevgilisinin başka bir kadınla ya da erkekle yazıştığını gören yüz binlerce Türkiye’de büyümüş, Türk Tipi İlişki içindeki insan, sevgilisinden ayrılıyor, çok çok ayrılırken kavga ediyor hatta kimi zaman öldürüyor da ama hiçbirinin yapmadığını, çocukluğundan beri İspanya’dan Çin’e geze geze Türkiye’ye gelmiş ve Türkiye’ye alışamamış Cem yapıyor: Münevveri testereyle kesiyor, henüz yaşarken hiçbir empati duygusu olmadığını belli edecek şekilde karnında derin yarıklar açıyor. Vay be.

“Bebek Starbucks’ta tanıştığı fakir kızı Münevver’in, takma tırnakları vardı. Münevver bakireydi. Münevver’e 30 kişilik bir doğum günü partisi düzenlemişti.”

Perihan Mağden, kendisini eleştirenlere “restinize rest ulan” temalı çıkışında yazdığı bu cümlelerden, bunları niye özellikle belirttiğinden bahsediyor mu? Bahsetmiyor. Zamanında halkı askerlikten soğutmaktan dava açılmış, ondan bahsediyor. O dava sırasında bir takım ayılar, kadıncağıza mahkeme çıkışında hakaret etmiş, ondan bahsediyor. Ve hatta “reddinize red,” dediği yazısına bu on yıl önceki mağduriyet hikâyesiyle başlıyor ve yazının yarısını da bu mağduriyete ayırıyor derken… O da ne? On yıl önce Mağden’e hakaretler yağdıran o insanlar var ya… İşte şimdi şu yukarıda alıntıladığım cümleleri yüzünden kendisini eleştirenler de onlarmış. Yarın öbür gün Mağden daha büyük bir kabahat işlese yine eleştiremeyeceğiz, anlaşıldı. Zira ömrü hayatında bir dönem faşistler tarafından eleştirildiğine göre, bundan kelli kim Mağden’i eleştirirse faşisttir öyle mi? Ne güzel kafalar bu kafalar böyle.

“Sabah akşam mesajlaşıyorlardı. Münevver o gün okul çıkışı evine gelmişti. Daha önce de bir kez ona “Sen erkek misin?” demişti. Yine demişti.”

Duydunuz mu ne demiş! Anlayın artık canım Cem’in düştüğü durumu. Yürrü be Mağden kim tutar seni. Demiş demiş de kim söylüyor Münevver’in “Sen erkek misin?” dediğini? Münevver mi çıkıp söylüyor mahkemede “Sen erkek misin dedim,” diye? Yok. Gerçek bile olsa mide bulandırıcı bir cinayet sebebini nasıl da olağan bir şekilde sunuyor Mağden bize.

“Münevver’in ailesi ısrarla istediği için (bunu özellikle belirtiyor) cezaevine giden avukatları, “Kalınca kitap poşeti diye tabir edilen bir poşetin üzerinden 3 defa çamaşır ipini dolamak suretiyle, 2 defa da düğümleyip sıkmak suretiyle bu intiharın vuku bulduğu, ilk izlenimlerin bu yönde olduğu açıkça beyan edildi” avukat Türkçesiyle (yalnızca Hukuk İnsanlarının anladığı özel bir dil) Cem’in nasıl amansız bir kararlılıkla kendini öldürdüğünü tasvir ediyor.

Yüzme bilen birinin kendini denizde boğması kadar zor bir yolla/ yöntemle, kendini öldürmüş bu çocuğun ardından, içimin sızlamasına mani olamıyorum.

Gözü karardı,  Münevver’i öldürdü.

O kadar utandı, suçluluk duydu ki; kendini öldürdü.

Cem, burada büyümüş olsaydı daha hazırlıklı yakalanırdı.

Demek istediğim, hem bu. Hem de, ona acımayarak haksızlık yapmışım.

Bu, haksızlığı bir nebze olsun telafi etme ihtiyacı/ yazısı.

İki kuzuya da, çok yazık oldu!

Türk Tipi İlişkiler cangılında, kurban edildiler.

Bu acayip, karmakarışık toplumun sunduğu hayat kâbusunda yollarını kaybedip yok olup gittiler.

Zavallı Münevver! Ve zavallı Cem! Yazık oldu ikisine de!”

Bu da yazının sonu. Ben sadece Mağden’in muhtemelen Yılmaz Özdil’e öykünerek fazladan bastığı enter tuşlarını düzelttim. Anlıyorum, Perihan Mağden, her yazarın yapması gerekeni yapıp şeytanın avukatlığına soyunuyor ama şeytanın avukatlığıyla şeytanın dalkavukluğu arasında bir fark vardır ve şeytanın avukatlığına soyunmanız, karşısındaki her şeyi şeytanlaştırmanızı gerektirmez. Ha yine yaparsınız, sizi tutan yok. İkinci yazınızda örnek verdiğiniz gibi İdamı savunanlarla karşı çıkanlar yan yana aynı fikri savunabilir. Ama hayatının yarısı etrafına çamur atmakla geçmiş bir insan olarak, kalkıp da testereyle öldürülmüş bir kıza çamur atmaya kalktığınızda, en azından size atılacak çamurlara da hazırlıklı olmanız gerekir. Bakın atmayın demiyorum, buyrun yine atın. “Bakireydi, takma tırnak takardı, cem ona doğum günü partileri düzenlemişti ama o gidip bir teğmenle yazışırdı, üstelik Cem’e sen de erkek misin demişti,” diyin. Ama kusura bakmayın da insanlar sizin bu yazdıklarınız üzerine ister 140 karakter ister 140 sayfa bir çift laf edebilsin. Hep Perihan Mağden konuşsun, başkası konuşacak olursa, Perihan Mağden ona ağzının payını versin ama hiç kimse Perihan Mağden’i eleştirmesin, çünkü bir keresinde faşistler onu çok pis etiketlemişti, siz de faşist olmuş olursunuz. Bir de zaten kim eleştiriyorsa hep küfür kıyamet. Neyse…

2 Yorum

  • İnsan olduğunuz için, dogmatik olmadığınız için P. Maden'e karşı ve yerinde tespit,analizleriniz için teşekkürler.

Yorum yazın