Ekonomi İnsan hakları Söyleşi

Dışlanmışlar kent hakkını kullanmalı

Yazan: Güventürk Görgülü
İngiliz sosyal bilimci David Harvey İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nin konuğu oarak Santralistanbul'daydı. (Fotoğraf: Güventürk Görgülü)

İngiliz marksist düşünür David Harvey işyeri ve kentsel mekanı bütünleştiren bir politik mücadele alanı oluşturulması gerektiğini söyledi

Türkiyeli sosyal bilimcilerin ve okurların yıllardır kitaplarıyla yakından tanıdığı İngiliz coğrafyacı, siyasal iktisatçı, sosyal kuramcı ve aktivist David Harvey, neoliberalizme karşı günümüzün dışlanmış işçileriyle birlikte yeni bir kentsel mücadele alanı oluşturulması gerektiği görüşünde.

9-15 Haziran arasında İstanbul’da iki, Ankara’da bir konferans vermek üzere Türkiye’ye gelen Harvey, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin konuğu olarak 9 Haziran cumartesi günü Santralistanbul’daydı.

Konuşmasına “Kapitalizm aslında krizlerini çelişkilerini çözmüyor, başka yerlere iteliyor; başka bir zamana, başka bir ülkeye veya başka bir sektöre” sözleriyle başlayan Harvey 2008 krizi örneğinden yola çıkarak önce krizin nasıl küreselleştirildiğine değindi. 2007’de ABD’nin batı eyaletlerinde gayrimenkul sektöründe başlayan krizin, hızla finans sektörüne yayıldığını ve ardından İspanya ve Portekiz gibi ülkelere sıçradığını anlatan Harvey daha sonra sözü gayrimenkul krizleriyle makroekonomik krizler arasındaki ilişkiye getirdi.  Bu konuyla ilgili tarihte pek çok örnek olmasına rağmen uzun süre marksist literatürde hiç bir şey olmadığını söyleyen David Harvey, Japonyanın canlılığının 1991’de gayrimenkul sektörünün bitmesiyle son bulduğunu, 1973’te gayrimenkul piyasasının pek çok ülkede çöktüğünü, 1970’lerin krizinin bunun sonucunda ortaya çıktığını, 1920’li yıllarda 1929 krizinden bir yıl önce ABD’de gayrimenkul piyasasının çöktüğünü hatırlatarak kentleşme ve makroekonomik krizler arasındaki bu ilişkinin kentleşme ve sermaye birikimi arasındaki ilişki açısından dikkat çekici olduğunu vurguladı.

David Harvey: 1935, İngiltere, Gillingham, Kent doğumlu. 1961’de Cambridge Üniversitesi’nde coğrafya alanında doktorasını tamamladı. Bristol Üniversitesi’ndeki çalışmalarının ardından 1969’da ABD, Baltimore’daki Johns Hopkins Üniversitesi’ne geçti. Çeşitli üniversitelerde dersler ve konferanslar verdiği akademik çalışmaları içinde sayısız makaleye ve çok ses getiren, birçok dile çevrilen kitaplara imza attı. Halen 2001’de çalışmaya başladığı New York Şehir Üniversitesi’nde (CUNY) antropoloji profesörü olarak görev yapıyor. Harvey’in çalışmalarının en önemli özelliği, Marksist kurama uzamsallık fikrini dahil etmesi, modern coğrafyanın bir disiplin haline gelmesini sağlayan yeni kavram ve yöntemlere öncülük etmesi, dil ve kültür gibi beşeri konulardan zengin bir şekilde yararlanmakla birlikte, analizlerinin odağına her zaman maddi süreçleri yerleştirmesidir. Bu anlamda tarihsel materyalizme coğrafi boyutu soktuğu da söylenebilir. 2007’de dünya çapında en çok alıntılanan, atıfta bulunan sosyal bilim yazarları içinde 18. sırada olan Harvey, Türkiyeli birçok akademisyenin de hocası oldu. Harvey literatürünün önemli bir kısmı Türkçe’ye de çevrildi. (Fotoğraf: Güventürk Görgülü)

ABD sermayesinin 1930’lardan beri konut inşa etmek ve bu konutların içini eşyayla doldurmak gibi bir “istikrar” stratejisi izlediğini söyleyen Harvey, 2008 krizine kadar bu yöntemin çalıştığını, ancak artık çalışmasının pek mümkün olmadığını anlattı. Halen ABD’de haciz nedeniyle boşaltılmış 2 milyon konutun bulunduğunu ve iki milyon ailenin de evsiz olduğunu belirten David Harvey, bu krizden çıkmak için “konut yap, içini eşyayla doldur” sistemini pek işlemeyeceği görüşünde.

Son krizde de devletlerin finans sistemlerini kurtardığını geri kalan halk kitlesine ise yine kemer sıkmanın düşeceğini ifade eden Harvey, sermayenin yine üretken alanlara yönelmek yerine ABD, Latin Amerika, Afrika gibi pek çok ülkede emlak spekülasyonuna giriştiğini,  kent merkezlerinde binalar, kırsal alanda büyük topraklar kapattığını, bunun yanında büyük ölçekte telif hakları satın alarak bunların rantından faydalanmayı düşündüğünü söyledi.

Konut yapıp, içini eşyayla doldurmak, bunu yaparken de hem konutu ve eşyayı yapana, hem de alana kredi vermek gibi birbirini besleyen dairesel bir sistemle sermayenin büyüdüğüne dikkat çeken Harvey’e göre bu süreçte kentsel alan da sermayenin bir gösteri mekanına dünüştürüldü. Şu anda New York belediye başkanı ve ABD’in en zengin onbirinci kişisi ünvanını taşıyan Michael Bloomberg’ün New York’ta peşpeşe projeler açıkladığını hatırlatan Harvey, bu durumu “kentleşmenin, sermayenin şarkısıyla dans etmesi” olarak tarif ediyor.

David Harvey, New York nüfusunun yüzde birinin yılda 3.7 milyon dolar gelire sahip olmasına karşılık yüzde 50’sinin yılda 30 bin doların altında bir gelirle geçinmek zorunda olduğunu belirterek kent hakkını yoksulların nasıl kullanabileceği konusuda kafa yormak gerektiğini söylüyor. Harvey’e göre kentlerde politik bir mücade alanı oluşturabilmek için geliştirilecek projelerin iki önemli özelliğe sahip olması gerekiyor. Birincisi geleneksel sendikal yapılardan farklı olarak işyeri ve kentsel mekanın bir mücadele alanı olarak bütünleştirilmesini sağlayacak örgütsel yapıların kurulması. İkincisi ise yoksulların, yine geleneksel sendikal yapılardan farklı olarak ev hizmetlileri, taksi şoförleri vb. dışlanmış proletaryayı da içine alacak şekilde örgütlenmesi. Harvey, bunun için proletarya tanımını da yeniden yaparak “Kentsel yaşamı üreten ve yeniden üreten herkesi” proletarya olarak tanımlıyor.

Üretilecek politik projelerin yalnızca direniş odaklı olmaması gerektiğini, çünkü direniş sonunda çoğu kez direnişin kaybedildiğini anlatan Harvey, salt “savunucu” durumundan çıkarak proaktif projeler üzerinde düşünülmesi gerektiğinin altını çiziyor.

David Harvey İstanbul’da “Sermayenin Sınırları ve Antikapitalist Hareket” başlıklı ikinci konferansını 12 Haziran salı saat 18:00’de İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü’nde verecek.

 

Kenti bir politik mücadele alanı haline getirebilmek…

David Harvey’in 9 Haziran 2012’de İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın geniş bir özetini aşağıda HaberVs okuyucularıyla paylaşıyoruz.

Kentsel gelişme ile sermaye birikimi arasındaki ilişkiyle marksist iktisatçılar önceden  hiç ilgilenmiyordu. Marksistler 10 yıl öncesine kadar benim yazdıklarımı da okumazlardı. Marksist gelenekte, kentsel dinamikle sermaye birikimi arasındaki ilişkiyi çözmek için bakılması gereken finans sistemi, konut fiyatları, kiranın nasıl oluştuğu vb. yerlere bakma konusunda bir isteksizlik vardır.

Marx Kapital’in üçüncü cildinde kredi sistemiyle para arasındaki ilişkiyi protestanlıkla katoliklik arasındaki ilişkiye benzetir. Protestanlık nasıl kendini aslında işin esası olan katoliklikten kurtaramazsa, kredi sistemi de kendini işin esası olan para sisteminden kurtaramaz.

Mortgage krizinden sonra FED’in San Fransisco kurulundan bir rapor çıktı. Bu raporda şu tespite yer veriliyordu. “ABD, ekonomik krizlerden hep konut inşa ederek ve bu konutların içini eşyayla doldurarak çıktı”.

1929’dan beri ABD, uydu kentlerle işte bu yüzden doldu. Ama bunun için finansmana ihtiyaç var. 1930’larda bu nedenle finans sisteminde bir dizi düzenleme yaptılar. Mortgage sigortası vb. bir dizi finansal önlem bu dönemde getirildi.

1940’larda ABD’de bir dizi dinamik biraraya geldi. Bu yıllarda ABD komünist partisi çok güçlenmişti.  1939-45 arasında ABD ekonomisinin üretim kapasitesi çok artmıştı. Merkezi, planlanmış bir ekonomi görmek istiyorsanız ABD’nin bu yıllarına bakabilirsiniz. Tüm endüstriler savaş için merkezi olarak organize edildi ve dev bir üretim kapasitesi oluşturuldu. Ve aynı yıllarda ABD’li askerler savaştan ülkelerine dönüyorlardı. O dönemde ABD’de şu söylenmeye başlanmıştı: “Konut sahipliği sosyal istikrar getirir ve bu konutları alabilmek için borç yükü altında giren insanlar greve gitmez.” Bu nedenle konut sahipliği oranı ABD’de 1940’lardaki  yüzde 40 oranından 1990’larda yüzde 70’lere yükseldi. Bunlar uydu kentlerle yapıldı. Uydu kentlerden devrim olur mu? Olmaz tabii. Bu uydu kentler inşa edildi ve evlerin içi eşyayla dolduruldu. İşte bu politika ABD ekonomisini istikrara kavuturdu uzun yıllar boyunca. Ta ki 2008 krizine kadar…

1960’larda ABD’de uydu kentlere o kadar yatırım yapıldı ki kent merkezleri yatırımsız kaldı. O zaman da ekonomik olarak dışlanam kesimler siyahlar latinler vb. kent merkezlerinde toplandı. Bu nedenle 1960’ların başından, 1968’de Martin Luther King’in öldürülmesine kadar çok büyük isyanlar oldu kent merkezlerinde. Aynı dönemde uydu kentlerde yaşayanlar da bu kentleri çok sıkıcı bulmaya başladılar. Bu kentlerde zaman geçirebilecğeiniz bir tek AVM’ler vardı çünkü ve tabii çok sıkıcı bir hayat oluştu. Buradan da öğrenci isyanı ortaya çıktı. Bir başka isyan da uydu kentlerde kadının ayaklanmasıydı. Kadının esaretinin kaynağı olarak bu uydu kentler görülmeye başlandı.

Bunların sonucunda 1970’lerde kentlerin hayat tarzında bir değişim yaşandı.  1970’lerin başında New York’ta bir tek kaldırım kahvesi yokken bugün her yer kaldırım kahveleriyle doldu. 1970’lerden itibaren farklı bir kentleşme, soylulaştırmayla birlikte post modern bir yaşam tarzı başladı. Bu hayat tartızının önemli bölümü de hızlı tüketim unsurlarına dayanıyordu. Yani elbette 100 yıl dayanacak bir şey yapmanın sanayiye bir faydası yok. Mesela ben anneannemin çatal-kaşık takımını kullanıyorum -100 yıldan daha eskiler pekala iş de görüyorlar- ama sermaye bundan nefret eder ve tabii karım da öyle. İşte hızlı tüketim unsurlarına dayanan bu yeni kentleşme tarzıyla gösteri toplumu oluşmaya başlıyor. Sermaye açısından gösterinin güzel yanı da hızla tüketilmesi.

Tarihte de bunun örnekleri var. Louis Bonaparte’ın (lll. Napolyon) imparatorluğu döneminde işsizliği ortadan kaldırmak için Paris’i yeniden inşa etmek üzere Haussmann’ı getirmişti (1853-1870). Aynı anda tüm sarayın ve ordunun elbiselerinin değiştirilmesi için emir verildi. Kent inşa edildi, sokaklar aydınlatıldı, tekstil sektörü canlandı, terziler çalışmaya başladı ve kent bir gösteri alanı haline gelmeye başladı.

Bunlar yaşanırken 1970’li yıllarda ABD’de ücret düzeylerine yönelik bir saldırı da başladı. Sermaye, ücret düzeylerini aşağı çekmeye başladı. Peki ücretiniz yeterince artmazsa kentsel malları tüketmek için nasıl para bulacaksınız? O zaman da kredi kartları devreye girdi. ABD’de hane halkı borcu üç katına çıktı.

Bir uydu kent nasıl inşa edilir?

Bir finans kuruluşu bir müteahhite para verir. Müteahhit bir uydu kent kurar. Sonra aynı finansörler evleri alacak kişilere de kredi verir ve böylece sistem kendini devam ettirir. Bu daire 1990’larda bozuldu. Çünkü bu evleri alabilecek gelire sahip olanlar konut sahipliğinde doyuma ulaştı. 1990’ların ortasından itibaren daha düşük gelirli gruplara, geçici işlerde çalışanlara da krediler verilmeye başlandı. Bunlar finans kuruluşları açısından daha düşük ratingli gruplardı. Clinton döneminde fakirleri “ABD rüyasının bir parçası yapmak” için bu kesimlere yönelindi. Tabii bunların çoğu güvencesiz ve sendikasız çalışıyordu. Bu kredilerde de 2003’ten itibaren bir sıkıntı ortaya çıktı. Ama bu sıkıntıyı kimse umursamadı. 2008’de bu kriz ortaya çıktığında Wall Street’te herkes biliyordu bunu ama yüksek maaşlar, primler vb. kaybetmemek için kimse söylemedi bu gerçeği.

Yani ABD’nin 1930’lardeki kriz çözümü olan konut üretimi ve içini eşyayla doldurma yöntemi 2008’e kadar geldi. Ancak şu anda yaşanan krizi konut yaparak çözmek çok olası değil. Çünkü ABD’de daha fazla konut yapacak durum yok. Şu anda konut sektöründe işsizlik 1930’lar düzeyinde. 2 milyon boş ve hacizli ev var ve 2 milyon ailenin de oturduğu konut ellerinden alınmış durumda.

Devlet şu anda krizden çıkmak için finansal kurumları kurtarıyor ve toplmun geri kalanına da “sizin kemer sıkmanız lazım” diyor.  Sermaye ise üretken alanlara yatırım yapmaktan çoktan vazgeçmiş durumda. Bunun yerine spekülasyon yapıyor Manhattan’da konut piyasası hala yükseliyor. Büyük sermaye sahipleri Latin Amerika’da ve Afrka’da büyük miktarlarda arazi kapatıyor, arazi gaspı yapıyor. Latin Amerika’da bu nedenle gayrimenkul fiyatları yükseliyor. Diğer yandan da büyük ölçüde fikri mülkiyet haklarına yatırım yapıyorlar. Yani ellerindeki sermayeyi üretime sokmadan toplumun sırtından para kazanmanın yollarını buluyorlar.

New York nüfusunun yüzde 1’i yılda 3.7 milyon dolar ortalama gelire sahip. Nüfusun yüzde 50’sinin yıllık geliri ise 30 bin doların altında. Böyle bir eşitsizlik, kendiliğinden “güvenlikli site” kavramını ortaya çıkartıyor. Manhattan aslında bir güvenlikli site haline gelmiş durumda. Çünkü 30 bin doların altında kazancı olanlar zaten Manhattan’da oturmuyor.

Şu anda New York belediye başkanı Michael Bloomberg ise sürekli proje üretiyor. İşte kentleşme kapitalizmin şarkısıyla böyle dans ediyor.

Peki kimin kent hakkı var? Fransız düşünür Henri Lefebvre’den ödünç bir deyimle kent hakkı *boş bir imleç”. Yani bu hakkı kim kullanırsa onun hakkı oluyor. Şu anda Bloomberg ve arkadaşları New York’u yeniden inşa ediyor. 30 bin doların altında kazananlar ise şehrin dışındaki banliyölerden sabah 06:00’da geliyor, şehrin merkezinde gösteri alanındakileri sabah uykularından uyandırmak için şehri hazırlıyor. Bu insanlar tükenmiş, bitmiş durumda. Yolda uyuyorlar. Bu insanlar kenti yaşatıyor ama bunların kent hakkı filan yok. İşte bu insanlar temelinde bir mücadele alanı yaratılabilir mi?

Geçmişe bakalım kent bir mücadele alanı haline gelmiş mi? ABD’de 1968’de kentsel ayaklanmalar, Seattle grevi, Cordoba 1969, Şangay komünü, bütün bunlar bize kentin bir politik mücadele alanı olduğunu. Bir politik mücadele alanı haline getirilebildiğini gösteriyor.

Bu soruya verilecek iki cevap var:

Birincisi, geleneksel sendikal yapılarla bütün kentin örgütlenmesi mümkün olmuyor.  Bunun dışında nasıl yapılar kurabileceğimize “Oxford Sektörler Konseyi” iyi bir örnek. Bu sendikaya benziyor ama geleneksel bir sendikal yapı değil. Sendikalar yalnız kendi işkollarıyla ilgilenirken bu konsey herkesle ilgileniyor. Sendikal hareketin bir bölümü de buna çok açık aslında. İşyeri konusunda yapılan mücadelenin yaşam alanı konusunda yapılan mücadeleden kopartılmaması gerekiyor. Mahallenin gücünü işyerinin gücüyle birleştirirseniz çok daha etkin bir mücadele alanı yaratabiliyorsunuz. Arjantin’da işçilerin devraldığı işyerleri ve fabrikalar var. Boenos Aires’de bir otel işçiler tarafından devralınmış. İşçiler burada iki yılda bir tatbikat yapıyorlar patron geri dönüp oteli almaya kalkarsa ne yaparız diye. Yolları kapatıyorlar, barikatlar kuruyorlar vb. Bu aslında yalnızca bir tatbikat değil, neler yapabileceklerin göstermek için yapıyorlar bunu.

İkinci olarak kentlerde geleneksel sendikal yapılarda örgütlenemeyecek bir takım gruplar var ve bu işçileri örgütleyen yapılar var. Bunlar çocuk bakıcıları, taksi şoförleri,, restoran çalışanları gibi işçiler, bunları örgütlüyorlar. Bunlar kenti örgütleme kapasitesine sahip gruplar. ABD’de proletaryaya eski bakış açısı işe yaramıyor. Proletarya gibi görünmeyen milyonlarca dışlanmış işçi var.

Peki kapitalist kentleşme anlayışı hep devam edecek mi yoksa halk, “kent hakkını” kullanacak mı?

Gelirde ve servette farklı bir adalet anlayışı gerekiyor. Neoliberal, sermayenin değerlerini kutsayan bir kapitalist anlayışın bertaraf ederek yeni bir kentsel anlayış geliştirmemiz gerekiyor. Ve bu anlayışı nasıl örgütleyip nasıl yönetiriz bunu bulmamız gerekiyor. Bence politik proje geliştirmemiz gereken alan budur.

Bütün dünya aslında kentleşiyor. Kent veya kır artık farketmiyor her şey kentleşiyor. Buna “kent yaşamı hakkı” veya “kentsel yaşam hakkı” diyebiliriz. Rio’daki Dünya Ekonomik Forumu’nda “kent hakkı” kavramını da neoliberalleştirmeye çalıştılar ama böyle bir şey olmaz, bunu yapamadılar. Bu kavramın içinin boşaltılmasına da izin vermemeliyiz.

Buradaki esas mesele savunucu bir durumdan çıkabilmek. Çünkü yalnızca savunduğunuzda, eninde sonunda kaybediyorsunuz. Bunun yerine aynı zamanda yeni bir politika önermeniz de gerekiyor. Bir kent mekanını alıp aynı zamanda bir kamusal alan haline getirebilmeniz gerekir. Proaktif bir projenin üzerinde düşünmeniz gerekir.

Yorum yazın