Genel

‘Çok kutuplu bir dünyaya doğru gidiyoruz’

Yazan: Güventürk Görgülü

İstanbul’daki olaylı IMF-Dünya Bankası toplantılarının ardından küresel krizin geldiği noktayı ve dünya ekonomisindeki gelişmeleri Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Tonak, HaberVs için değerlendirdi. – Geçtiğimiz günlerde IMF-Dünya Bankası toplantılarında da dile getirildiği gibi küresel ekonomik krizden yavaş yavaş çıkılmaya başlandığı yönünde “İhtiyatlı” bir görüş yaygınlaşmaya başladı. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Ahmet Tonak: […]

İstanbul’daki olaylı IMF-Dünya Bankası toplantılarının ardından küresel krizin geldiği noktayı ve dünya ekonomisindeki gelişmeleri Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Tonak, HaberVs için değerlendirdi.

– Geçtiğimiz günlerde IMF-Dünya Bankası toplantılarında da dile getirildiği gibi küresel ekonomik krizden yavaş yavaş çıkılmaya başlandığı yönünde “İhtiyatlı” bir görüş yaygınlaşmaya başladı. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

Ahmet Tonak: Krizin bitip bitmediğine karar vermek için önce nedenine bakmak gerekiyor. Küresel kriz Amerika’daki subprime mortgage piyasasındaki bazı sıkıntılarla bir anda tartışılmaya başlandı. Krizin nedeni olarak da bu piyasadaki bir takım düzensizlikler veya kimi şirketlerin, özellikle finansal şirketlerin aç gözlülüğü gösterildi. Ancak yavaş yavaş krizin daha yapısal nedenleri olduğu konusunda bir tartışma da başladı. Oysa benim gibi üniversitelerde okutulan egemen iktisat anlayışı dışında klasik marksist ekolden gelen birçok iktisatçı yıllardır böyle derin bir krizin geleceğini değişik şekillerde dile getiriyorlardı. Örneğin 2005 yılının aralık ayında Cumhuriyet Gazetesi’nde bir sayfa bu konuyu yazmış, özellikle konut borçlandırma piyasasında Amerika’da bu tip kırılganlıkların biriktiğini, asli neden olmasalar da bunların bir krizi tetikleyebileceğini dile getirmiştim. Bu durum Amerika’da dediğim gibi ana iktisat akımı dışındaki bazı iktisatçılar tarafından gözlemleniyordu bende o tartışmaları Türkiye’ye taşımaya çalışmıştım. Fakat kimse bunlara kulak asmadı. Ondan sonra 2008 yazında bu kriz patlak verince bir anda mesele gündeme oturdu. Az önce söylediğim gibi ana akım iktisadın dışından gelenler yani bizim gibi Marksçı bir yaklaşımla meseleyi ele alanlar için kapitalizmin dönemsel krizleri bilinmeyen bir şey değil. Kapitalizmin 3–5 yılda bir yaşanan iç çevrim dediğimiz kısa dönem bunalımlarının yanısıra aslında daha ciddi, daha derin 20-30 yılda bir gözlemlenen krizleri de yaşadığı, kapitalizmin yapısal nedenlerle bunları doğurduğu, yıllardır söylenir bilinir. Bu kriz de bence böyle derin, 20–30 yılda bir yaşanan krizlerden biridir.

– Yaygın kabullerden biri de finans sektöründe ortaya çıktığı ve reel sektörü etkilediği yönünde…

Evet, “Finans sektöründe bir takım şeyler oldu, ondan sonra finans sektöründe yaşanan bu kriz hali acaba reel sektörde de yaşanacak mı?” gibi bir tartışmayı gündelik basından izledik. Ancak finans sektörüyle reel sektör denilen sektör arasındaki uyumsuzluk, çok altı çizilen bir konu değil. Benim görüşüme göre buradaki ilişki çok daha derin ve yapısal. 70’lerden bu yana dünya ekonomisine baktığımızda özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde reel sektörde yani mal ve hizmet üreten sektörde kârlılıkların daha önceki dönemlere olduğu gibi yüksek seviyelerde seyretmediğini gördük. Bunu tabi en başta sermayedarlarda yaşadı. Sermayedarlar, daha önce 100 yatırıp 10 kazanırken 100 yatırıp 7 kazanmaya 6 kazanmaya 5 kazanmaya başladığında, ister istemez başka bir takım alanlarda “Sermayemi değerlendirebilir miyim?” diye imkânlar aradı. Bu tür kâr maksimizasyonu gibi nispeten içgüdüsel diyebileceğimiz arayışları biraz ilginç bir şekilde bir siyasi dönüşümle örtüştü. Biliyorsunuz ilk önce Thatcher sonra Reagan İngiltere ve Amerika’da başbakan ve başkan oldular. Amerika’da Merkez Bankasının başında olan Volcker’ın izlemiş olduğu para politikaları hepsi örtüşerek reel sektördeki kârlılığını nispeten yitiren sermayedar adına finans sektöründe yeni alanlar açtılar. Oradaki “liberalleşme” diyelim, hem bu ülkeler içinde hem de dünya genelinde sermaye akımlarının, paraların, fonların sınır tanımaksızın herhangi kayda bağlı olmadan, hatta miktarının dahi kimse tarafından bilinemediği boyutlarda dolaşarak kısa dönemli spekülatif kârlar elde edebilmesine yol açtı. “Yani ne olacak bu böyle sittin sene gidebilir” diye düşünülebilir. Fakat Marksçı ekolden gelenlerin tespitleri burada önemli; Finans sektörü bizatihi kendisi maddi bir değer yaratmadığı için, reel sektörde yaratılan değere; daha spesifik konuşmak gerekirse artık değere ihtiyaç duyar. Yani reel sektörde bir şeyler yaratılacak ki buradaki kârlar finans sektörünü sürekli beslesin. Ama reel sektörde kârlar 70’lerden beri düştüğü için giderek daha da büyüyen bir finans sektörünü fonlaması bir noktada gelip tıkanacaktı.

Yani söylediğim gibi “biz bunları görüyorduk” derken aslında bu uyumsuzluğun bir şekilde patlak vereceğini seziyorduk anlamında söylüyorum. Yoksa bu iş hangi tarihte patlak verir, subprime mortgage sektöründen mi yoksa başka bir yerden mi ortaya çıkar tam olarak kestirmek imkansız. Ama reel sektördeki tıkanıklığı finans sektörünün şişmesiyle karşılaştıranlar bu çatışmanın belli bir noktada kriz haline dönüşeceğini görüyorlardı. Esas neden olarak ben bunu görüyorum. Yoksa işte deregülasyon oldu, aç gözlü şirketler vardı, kötü şirket yöneticileri, bunlara verilen maaşlar, primler vs bunların hepsi teferruat.

– Bu döngüde finans sektörü artık değerin giderek daha fazla kısmına el koyuyor, hem kârları hem de ücretleri düşürüyor bu da krizin daha da derinleşmesine neden oluyor. Peki krizin derinleşmesini engellemek için piyasaya pompaladıkları 10 trilyon doların bir etkisi oldu mu?

Bence 10 trilyon dolar eğer olmasaydı bu çöken finans kuruluşlarının, bankaların vs. ekonomide özellikle reel sektörde zincirleme etkisi çok daha vahim olacaktı. Yani 1929 kriziyle bunun bir farkı o. Yani söylenenler bir ölçüde doğru çünkü o zaman eldeki araçlar ondan sonra müdahale imkanları, müdahalenin boyutu vs. bu günkü gibi değildi. Dolayısıyla o durumun yarattığı hızlı bir zincirleme etkiyle krizin etkisi çok kısa zamanda çok geniş ve derin bir şekilde duyuldu. Yani bu etkiyi hafifleten bu zincirleme etkiyi azaltan bir yanı var bu müdahalenin. Fakat bu müdahale sadece etkinin hafiflemesine dönük bir şey, esas nedeni ortadan kaldıran bir yanı yok. Esas nedeni ortandan kaldırabilmek için aslında bu çerçeve içinde yapılabilecekler çok sınırlı. Onun için bence yani yakın dönem için şu söylenebilir; bir tahmin isterseniz, uzunca bir dönem 4 yılla 10 yıl arası bence bir deneme yanılma dönemi yaşanacak. Ondan sonra acaba yatırımcılar tekrar güven duyabilirler mi? Güven duyarlarsa işte hangi alanlara yatırım yaparlar? Keşke üretim sektörüne daha fazla yatırım yapsalar da istihdam yaratılsa… Yani kısaca bir deneme yanılma, bir bekleme, sermayenin tekrar ekonomiye, ekonominin geleceğine güven duymasını ummak gibi çok bilinmeyenli bir döneme girdik. Tabii bu dönemde büyük kitlelerin insan yığınlarının ne şekilde tepki göstereceği bu dönem nasıl yaşanacağını belirleyecektir. Çünkü kızgınlıklar, olabilir patlamalar, sosyal infialler olabilir. Bunlara devletlerin nasıl tepki vereceği de önemli; sert veya yumuşak bunu hep beraber yaşayarak göreceğiz.

– IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar uzun zamandır “En büyük sorun işsizlik” diyor, ayrıca bu kurumları sosyalistlerin yönetmesi de dikkat çekici. Yani bunların oynadığı rol, odaklandığı yer mi değişiyor?

Bence aslında IMF’nin oynadığı rol çok fazla değişmiyor. G-7 nin G-8 in gelişerek G-20 haline geldiği an orada çıkan bir takım çatlak seslere cevap verir gibi bir ambalajla sunulması aslında kaçınılmaz bir şey. Herkesin bildiği gibi Çin çok büyük bir ekonomi, Hindistan keza öyle, işte onun bir altındaki Türkiye’nin de dahil olduğu büyüyen ekonomiler bunları katmadan buradan çıkan çatlak seslere –Türkiye’den pek çatlak ses çıkmıyor ya- kulak asmadan bir şey yapmak uygulamak artık eskisi gibi mümkün değil. Eskiden Amerika’da kapitalist ülkelerin merkez bankalarının başındaki adamlar, 4-5 tane de bakan oturup dünya ekonomisinin gidişatına karar veriyorlar, bunu da IMF, DB aracılığıyla bir şekilde empoze ediyorlardı. Yani şimdi dünyanın kompozisyonu hem ekonomik olarak hem siyasi olarak biraz değişmiş durumda. Dolayısıyla bu gelişmeler, bu gelişmelerin IMF nezdinde ambalajla sunulması bence bunun tezahürleri. Yani çok fazla içeriğe dönük değişiklik yok.

Benim daha önemli gördüğüm bir oluşum. geçen haziran sonunda BM’de yine finans krizi dünya ekonomik krizine ilişkin bir toplantı yapıldı. Birleşmiş milletlerde yapılmış olması bence çok önemli. Çünkü biliyorsunuz BM’nin yapısı IMF ve dünya bankası gibi katılımı sınırlı bir yapı değil. Her ülkenin bir oy hakkı var Genel Kurul’da. burada G-77 olarak adlandırılan blok IMF’nin ve ileri kapitalist ülkelerin politikalarına ilişkin taleplerini dile getirdiler. G-77 ilk kuruluşuna ilişkin bir adlandırma aslında şu anda şu anda 130’dan fazla ülke üye . Bunların think-tank’lerinden bir tanesi de İsviçre’deki South Center. Buranın en üst düzeydeki iktisatçılarından Yılmaz Akyüz; bu grup için bir takım talepler formüle etti. Diyorlardı ki; bu IMF’nin bir tür “Parası” olarak kabul edilen, Special Drawing Rights’ın (SDR) aşağı yukarı 900 milyar dolar kadar arttırılması lazımdır. Bunun 100 milyar doları herhangi bir karşılık beklemeksizin çok kötü durumda olan Afrika ülkelerine verilmelidir. Kalan 800 milyar doları da üçüncü dünya ülkelerine tahsis edilmeledir. Fakat bakıyoruz ki IMF’nin kota artırımı dediği şey aslında 100- 200 milyar dolar düzeyinde kalmış ve bir takım ileri kapitalist ülkeleri de gözeten bir durumda. Yani asıl bu taleplere bakılmalı…

– Yani IMF şimdiye kadar yaptığından farklı bir şey yapmayacak, aşağı yukarı aynı tedbirleri alacak, Peki “İstanbul kararları” diye bir şey var mı…

IMF bizim gibi ülkelerde nasıl gözüktüğüne çok önem veriyor. Tabii “İstanbul kararları” diye birşey yok aslında. Bence bu da halkla ilişkiler faaliyetlerinin bir parçası. IMF bundan sonra da benzer reçetelere devam edecek. Ancak şöyle bir fark var; son yıllarda birçok üçüncü dünya ülkesi, bizimki de dahil olmak üzere dış borçlarını düzeltecek bir gelişme gösterdi. Mesela bütün Latin Amerika ülkeleri IMF ile bu tip ilişkilerini dondurmuş vaziyette. İhtiyacı kalmadığını değişik şekillerde ifade ettiler. Dolayısıyla IMF’nin eskisi gibi Türkiye gibi yerlere gidip “Şunu yap bunu yap” deme durumu zaten fiili olarak ortadan kalktı.

– Ama Türkiye hâlâ IMF anlaşmasını konuşuyor…

Evet, benzer büyüklükteki ülkelerden bir tek Türkiye hâlâ bu durumda. Ama anlaşma yapıldığında IMF’nin söyleyeceği şeyler de zaten AKP hükümetinin ekonomi programında olan ve onun bir bakıma işine gelen şeyler olacak. İşte kemer sıkma politikaları bildiğiniz gibi, fazla harcama yapmayın, vergilerinizi iyi toplayın vb. Bunlar zaten AKP’nin gündeminde olan şeyler. Öte yandan da özellikle Tayyip Erdoğan’ın IMF ye kafa tutar gibi bir tavır takınması, anlaşmayı erteliyor gibi bir politika izlemesi bence yaklaşan seçimlerde popülaritesini arttırmaya yönelik. Çok fazla ciddi olan şey olarak görmüyorum.

– Bu küresel kriz doların rezerv para olarak kullanılmasını da tartışmaya açtı. ABD bu tür önerileri tartışmayı doğal olarak hemen reddediyor. Sizce yeni bir rezerv para biriminin ortaya çıkma ihtimali var mı?

Geçen hafta İngiliz gazeteci Robert Fisk. Independent ta bir yazı yazdı. Bir takım kapalı kapılar arkasında Çin’in başta olmak üzere, bir takım Orta Doğu ülkeleri de dahil toplantılar yaparak doların rezerv para özelliğini bir bakıma sarsacak; altın kullanımını gündeme getiren girişimlerde bulunduklarını ve hatta bunu da uygulamaya başladıklarını biraz sansasyon dozu yüksek bir şekilde yazdı. Ardından altının fiyatı tarihindeki en yüksek seviyesine çıktı. Yani başka bir takım paraların doların yanısıra tamamen onun yerine geçecek bir şekilde değil ama alternatif rezerv paralar kullanılması ihtimali çok yüksek. Ben bunu muhtemel buluyorum. Son tahlilde bir takım büyük ülkelerin, yoğun ticaret yaptıkları ülkelerle yapacakları anlaşmalara bağlı bu durum. İkili mal ve hizmet değiş tokuşlarında kullanılacak parayı ikili anlaşmalarla belirlediklerinde dünya da rezerv paralar da çeşitlenebilir. Aslında G-20’nin bu hale gelmesi işte bir bakıma bununla da ilgili. Çünkü Çin’i, Hindistan’ı Brezilya’yı dünya ekonomisine ilişkin alınacak kararların bir parçası haline getirirseniz o zaman belki bu tip eğilimleri de bir şekilde yumuşatma ondan sonra erteleme imkanına kavuşursunuz.

– Bunun etkisi ne olur peki?

Onun etkisi bence Amerika için çok sarsıcı olur. Amerika bir bakıma para basıp ondan sonra o parayla gidip istediği şeyi istediği yerden alabiliyor. Dünyada kullanılan bir para olması da para basmanın ülke içindeki enflasyonist etkisini azaltıyor. Amerika ürettiğinden çok fazla tüketiyor ve o fazla tüketimi kendi parasının basarak sürdürebiliyor. Şimdi bu imkan azalınca o zaman bence bunun yakın dönemdeki ilk etkisi Amerika’daki tüketimin azalması olabilir. Dolayısıyla IMF’nin üçüncü dünya ülkelerine empoze etmeye çalıştığı kemerleri sıkın meselesi ilk defa IMF olmaksızın Amerikan toplumunda yaşanmaya başlayabilir. Bu tabi oradaki bir sürü şeyin sorgulanması bir takım tepkilerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Dolayısıyla krizden çıkmak için yapılacak şeyler daha da zorlaşır ve hükümetin eli kolu bağlanır böyle bir gelişmede.

– Bu tür gelişmeler dünyanın çift kutuplu bir yapıya doğru gittiğini mi gösteriyor?

Bence daha çok kutuplu bir yapıya doğru gidiyor. Çin’in ekonomik büyüklük olarak Amerika’yı yakalayacağı ve geçeceği tahmin ediliyor. Ama onun yanısıra bir Latin Amerika realitesi var bir AB realitesi var. Dolayısıyla yani tamam iki tane büyük ülke Çin Amerika ama bence Avrupa birliği ve Latin Amerika kutuplarını da dikkate almak lazım. Kaldı ki Latin Amerika kutbunun Latin Amerika dışına taşma ihtimali de var. Mesela Chavez’in maceracı gibi görünen bir takım girişimlerini izliyoruz. Kalkıp Libya ya gidiyor oradan İran’a ani ziyaret yapıyor falan… Eskiden ittifaklar ilk önce coğrafi olarak komşularla yapılabilecek bir şey gibi algılanıyordu. Fakat bu yeni imkanlar bence aslında insanın kendi yakın bölgesiyle sınırlı kalması zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. Şimdi senin petrol ihtiyacın varsa bunu Suudi Arabistan’dan almak zorunda değilsin. Venezüella’dan da alabilirsin . Yeter ki böyle bir desteği arkasına alan bir takım yeni siyasetler ortaya çıksın. Latin Amerika hem kendi geliştirdikleri modeller olarak hem de ekonomik ve siyasi birliktelikler olarak dünyanın diğer bölgelerine yaklaşacak bir potansiyel taşıyor. O yüzden daha çok kutuplu bir dünya bekliyorum.

– Kapitalizmin uzun dönemli bir dalgasının sonundayız. Önümüzde en fazla 5-10 yıl var. Yeni bir döngünün başlaması ve reel sektörün tekrar kârlı hale gelmesi için yeni teknolojilerin ortaya çıkması veya ortaya çıkanların endüstriyel hale gelmesi mi gerekiyor?

Ben teknolojik bir şeyden daha çok ilk önce istihdamı arttırıcı bir takım yatırımların yapılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü o olmadan siz ağzınızla kuş tutsanız, mesela bütün benzinli otomobiller yerine elektrikle çalışan otomobiller sürseniz piyasaya, son tahlilde sizin bunları alacak, geleceğe güvenle bakan bir tüketiciler grubuna ihtiyacınız var.

– Arabalar yenilendiğinde istihdam ve dolayısıyla tüketim artmayacak mı?

Böyle bir döngüyü ben yakın zamanda görmüyorum. Çünkü teknolojik gelişmelere bakarsanız işinden ettiği insan kadar veya daha fazla insanı istihdam edecek nitelikte gelişmiyor. Teknolojik gelişme derken reel sektörü kastediyoruz. Reel sektördeki teknolojik gelişmeler maalesef dediğim gibi yarattığı işsizliği aşan bir istihdam yaratmıyor. Yani ona bel bağlamak bence şu anda çok gerçekçi gibi gözükmüyor. Yani bir takım gelişmeler olsa bile bu yetmez. Bunun yanı sıra başka bir takım kamu politikalarıyla insanlara iş imkanı yaratmak gerekir. Bu işin çözümünü sermaye kendi kendine yaratamaz. Onun için işte başta söylediğim gibi belki sol keynesçi bir takım politikalar kullanılmak zorunda, Obama hükümeti dahil… Aksi halde ben bir takım patlamalar bekliyorum. Bu patlamalarında aslında ipuçlarını görüyoruz. Mesela Amerika’daki sağlık sigortası konusunda gördüğünüz gibi; Amerika ikiye bölündü. Obama’nın yapmak istediğini komünizm olarak niteleyenler çıktı. Ama kimi tahminlere göre aşağı yukarı 70-80 milyon insan sigortasız veya yeterince sigortalanmamış durumda. Bu tür çatışma ortamları büyük ölçekte devletin başını çektiği istihdam kampanyalarını zorunlu kılabilir . Çünkü yani Amerika gerçekten altyapı bakımından özellikle büyük şehirlerde bazı yönleriyle üçüncü dünya ülkesi gibi. Sokaklarda yürüyemiyorsunuz, kaldırımlar kırık, metrosu çalışmıyor, okullarda her yer akıyor, yani inanılmaz bir durum var, hakikaten yenilenmeye muhtaç muazzam bir altyapı çöküntüsü var. Onun için teknolojinin yanı sıra bir şey olması lazım.

Yorum yazın