Genel

Burhan Şenatalar: Artık YÖK’ü değil, dünyayla rekabet edebilir bir sistemi tartışmalıyız

Yazan: Dila Özsoy

YÖK’ün kurulmasından sonra YÖK sistemini en fazla eleştiren Prof. Dr. Burhan Şenatalar, 1980 sonrasında öğretim üyelerinin örgütlenmesinin ilk adımı olarak kabul edilen Öğretim Üyeleri Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in döneminde YÖK üyeliğine seçildi ve mücadelesini bu kez kurum içinde sürdürdü. Üniversitelerin özgürleşmesinden ve üniversite içi demokrasiden yana görüşleriyle tanınan Prof. Şenatalar, […]

YÖK’ün kurulmasından sonra YÖK sistemini en fazla eleştiren Prof. Dr. Burhan Şenatalar, 1980 sonrasında öğretim üyelerinin örgütlenmesinin ilk adımı olarak kabul edilen Öğretim Üyeleri Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in döneminde YÖK üyeliğine seçildi ve mücadelesini bu kez kurum içinde sürdürdü. Üniversitelerin özgürleşmesinden ve üniversite içi demokrasiden yana görüşleriyle tanınan Prof. Şenatalar, YÖK’ü hem uygulamalarıyla dışarıdan, hem de YÖK üyeliğiyle içeriden tanıyan bir isim. 28’inci kuruluş yıldanömünde YÖK’ü ve Türkiye üniversitelerinin geleceğini Prof. Dr. Burhan Şenatalar’la konuştuk…

YÖK neden kuruldu? Amaçlanan neydi?

Herhalde bunu yanıtlamak için iki şeye bakabiliriz. Birincisi ne zaman kuruldu, bir de ne kuruldu? Kasım 1981’de kuruldu. 12 Eylül 1980’den 14 ay sonra. 82 anayasasının kabulünden de bir sene kadar önce. Demek ki, 12 Eylül askeri yönetiminin en katı ve en güçlü olduğu dönemde kurulmuş. Dolayısıyla bu, askeri rejim mantığıyla kurulduğunu açıkça gösteriyor. İkincisi kurulan nasıl bir sistemdi? Kurulan sistem son derece merkeziyetçi bir sistemdi. Bunu daha önceki yüksek öğretim sistemiyle karşılaştırarak rahatlıkla anlayabiliriz. Bugün Türkiye’de 140 kadar üniversite var. Yüksek Öğretim Kurulu dediğimiz zaman üniversiteleri, fakülteleri bir de meslek yüksek okullarını anlıyoruz. Hâlbuki 1981 YÖK yasasından önceki sistemimizde 2547 sayılı kanun vardı. Bir kere üniversite sayısı çok daha azdı. Bir de üniversiteler yanında akademiler vardı. İktisadi ticari ilimler akademileri, mühendislik, mimarlık akademileri. Bugün bizim Yıldız Teknik Üniversitesi diye bildiğimiz kurum o zaman mimarlık, mühendislik akademisiydi, Marmara Üniversitesi diye bildiğimiz kurum o zaman iktisadi ticari ilimler akademisiydi. Aynı şekilde İzmir’de Ankara’da benzer akademiler vardı. Dolayısıyla önceki sistemimizde yüksek öğretim kurumları içinde üniversiteler ve akademiler vardı. İkinci önemli fark; üniversitelerde üniversite öğretim üyeleri rektörlerini kendileri seçiyordu dekanı da fakültenin öğretim üyeleri kendisi seçiyordu. Şimdi ondan önce 1973 yılında daha merkezi bir yapı getirilmek istenmişti. O zaman 1973 yılında bu gerçekleşemedi. Orada da bir yüksek öğretim kurulu oluşturulmak istenmişti. Peki bir yüksek öğretim kurulu oluşturmanın amacı ne olabilir? Çok iyimser bakarsak bir koordinasyon amacıyla olabilir ama 1981’deki YÖK yasasının amacı sadece bir koordinasyon değildi. Esas itibariyle 80 öncesinde yaşanan siyasal olaylara bir reaksiyondu. Şimdi 1980 öncesinde yaşanan olayların bir kısmı üniversite içinde veya üniversite çevresinde yaşandı ve gençlik olayları diye başladı. Bir dereceden sonra hem provokasyonlarla şiddetlendi hem de kendi dinamiğiyle olaylar giderek ağırlaştı ve bu tablo bir bahane olarak kullanıldı. Yani dendi ki; üniversitelere bir disiplin, bir kontrol getirmek lazım. Yani esas amaç üniversitelerin özgürlük alanını daraltmak, tepeden aşağıya doğru giden bir sistem kurmaktı. Bunu yaparken de bir Yüksek Öğretim Kurulu, 21 kişilik bir genel kurul onun içinden de 9 kişilik bir yürütme kurulu oluşturuldu. Üniversitelerin rektörlerini artık YÖK belirler hale geldi. Yani seçim sisteminden tamamen öbür uca gidildi. Artık seçim yapılmayacakYÖK oturacak. her üniversite için üç tane aday belirleyecek ve cumhurbaşkanına sunacak. O dönemde tabi esas itibariyle cumhurbaşkanı pozisyonunda oturan da Kenan Evren olduğu için bir anlamda her şey sonunda askeri yönetimin başındaki Kenan Evren’in iki dudağının arasından çıkacak. Dolayısıyla tamamen siyasi kaygılarla kurulmuş bir sistem. Akademik kaygılarla kurulmuş bir sistem değil. Tabii henüz vakıf üniversiteleri hiç yok o tarihte. Akademileri üniversite yaparak üniversite sayısı birdenbire artırıldı. Bütün akademiler üniversite statüsüne geçirildi. Üniversite sayısı birden arttı ve dendi ki böyle bir sistemde bir koordinasyon lazım ama koordinasyonu çok aşan bir merkeziyetçi yapı kuruldu. O yapı içinde başlangıçta üniversitelere standart programlar gönderildi. Dendi ki şu bölümlerin şu dersleri olacak. Bu bölümlerin de bu dersleri olacak. Bu elbette özerkliğe aykırı bir adımdı. Aynı şekilde yasak kitap listesi gönderildi. Şu şu şu yayınlar katiyen okuma listelerinde olmayacak diye. Nihayet bir de 1983 yılında ünlü 1402 sayılı yasa kullanılarak bazı öğretim üyeleri görevden uzaklaştırıldı. Onlara da herhangi bir şekilde gerekçe bildirilmedi. 1402 sayılı sıkıyönetim yasası, sıkıyönetim komutanlarına belli bir yetki vermişti. Bu yasaya dayanarak sıkıyönetim komutanı üniversitenin rektörlüğüne bir yazı gönderiyor, o yazıda diyor ki: “sıkıyönetim komutanlığı olarak X adlı profesörü görevden alıyoruz siz gerekeni yapın”. Rektör de o kişiye bir yazı gönderiyor “görevden alındınız” diye. İtiraz hakkı yok. O aşamada herhangi bir şekilde yargıya başvurma hakkı da yok. Bu bir tasfiyeydi. Çoğunluğu solcu olan öğretim üyeleri. –çok az sayıda muhafazakâr öğretim üyesi vardı- üniversiteden çıkartıldı. Başka bir şekilde, diğer bir kanaldan da bir tasfiye yapıldı. O da şu; yeni kanunla daha önce olmayan “yardımcı doçentlik” statüsü getirildi. 80’den önce yardımcı doçentlik yoktu, doktor-asistanlık vardı. Yeni kanun yardımcı doçentliği getirdi. Bu olumlu bir adımdı; insanların genç yaşta doktoradan sonra öğretim üyesi olmasını mümkün kılıyordu. Ancak yardımcı doçent olmak istiyorum diye başvuruda bulunan insanın dosyası Ankara’ya güvenlik soruşturmasına gidiyordu. Güvenlik soruşturması olumsuz gelirse, o kişi sadece yardımcı doçent olamamakla kalmıyor, anında üniversiteyle ilişiği de kesiliyordu. Yani olumlu bir adım bile bir tasfiye kanalı haline getirildi. Toparlarsak YÖK, rektör seçimini değiştirdi, dekan seçimini değiştirdi. Yasak yayın listesi gönderdi. Çeşitli kanallardan, çeşitli yöntemlerle tasfiye yaptı. Buna reaksiyon olarak; bazı öğretim üyeleri protesto için istifalarını verdiler. Sonuçta yeni kurulan yapıda üniversitelerin çok kuvvetli bir rektörü var. Ona bağlı olan ve aşağıya karşı kuvvetli dekanlar var. Öğretim üyelerinin sesi ise giderek cılızlaştı. Dolayısıyla neden kurulduğunun cevabını biz ne zaman kuruldu sorusuyla birlikte Yanıtlayabiliriz. YÖK, üniversiteleri olabildiği kadar güçsüzleştirmek, teslim almak, siyasi iktidarın karşısında durabilecek bir kurum olmaktan çıkartmak olmak amacıyla kuruldu.

Zaman içinde nasıl bir değişim geçirdi? Veya sizce geçirdi mi?

Zaman içinde değişti mi? Tabii ki 1981’den 2009’a kadar çok uzun bir süre geçti. Hiç değişmemesi mümkün değil. Türkiye de değişti o süre içinde. Bu değişim maalesef çok yavaş oldu. Çok daha hızlı olmasını dilerdi gönül ama çok yavaş oldu. Örneğin, artık yasak kitap listesi göndermek diye bir şey düşünmüyor YÖK. Ama bu 28 yıl içinde üniversitelere pek anlamlı olmayan bir sürü müdahalede bulundu, hâlâ da öyle bir yetkisi var. Çünkü kanun bütünüyle değişmedi. Kanunda bir sürü değişiklik yapıldı ama özü, ruhu aynen duruyor. Bir örnek vereyim; 80 öncesinde örneğin öğretim üyelerinin ve asistanların derneği vardı. Bunlar ses çıkartabiliyorlardı, tartışmalara girebiliyorlardı ve hükümeti eleştirebiliyorlardı. 80 sonrasında bunlar kapatılınca uzun bir süre üniversitelerden ses seda çıkmaz oldu. İstanbul’da öğretim üyeleri derneği ancak 1990’da kurulabildi. Bir sene kadar hazırlık çalışması yapıldı. Kanunun o zaman 59’uncu maddesi vardı. O 59’uncu madde diyordu ki; öğretim üyeleri herhangi bir derneğe üye olmak istiyorsa rektörden izin almaları gerekir. Şimdi bunların hepsi özgürlüğe, demokrasiye aykırı inanılmaz şeyler, ama o zaman insanlar kanuna aykırı bir şey yapmamak için rektörden gidip yazılı izin alıyorlardı veya almak için başvuruda bulunuyorlardı. Şimdi 1990’da biz İstanbul’da Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’ni kurduktan sonra YÖK’ü eleştiren çalışmalar yapmaya başladık. Paneller, konferanslar, raporlar hazırladık , sempozyumlar düzenledik. O arada rektör ve dekan seçimiyle ilgili değişiklikler talep ettik. 1991’de DYP-SHP koalisyon hükümeti kurulmuştu. O zaman Süleyman Demirel başbakan. Erdal İnönü de başbakan yardımcısıydı. Her iki parti de YÖK’ü kaldıracaklarını vaat etmişlerdi seçimden önce. Biz de kaldırmaları için aktif olarak çaba gösteriyorduk ama aynı zamanda YÖK’ün kalmasını isteyen öğretim üyeleri de vardı. Yani YÖK sadece YÖK üyelerinin veya askeri yönetimin başındakilerin savunduğu bir kurum değildi. Oldukça tutucu, akademik özgürlüklere inanmayan öğretim üyeleri de vardı. Dolayısıyla onlar da kalmasını savunuyorlardı ve sonunda en azından rektör seçimiyle ilgili bir değişiklik yapıldı. Fakat o değişiklik de fazla bir işe yaramadı, bugün uygulanmakta olan sistemi getirdi. Bugün üniversite bir seçim yapıyor ama o seçim sonucunda rektörü belirlemiş olmuyor sadece en çok oy alan 6 adayı belirlemiş oluyor. 6 isim YÖK’e veriliyor. YÖK onları 3’e indiriyor. 3 isim yine cumhurbaşkanına gidiyor. YÖK kendi siyasi tercihlerine göre bir eleme yapıyor, ondan sonra cumhurbaşkanı kendi siyasi tercihine göre bir atama yapıyor. Bunların hepsi aslında çok anlamsız siyasi müdahaleler. Yani 90’lı yılların başında, o zamana kadar YÖK’le ilgili çıkmış tepkilere bir anlamda ödün vererek bir değişiklik yaptılar rektör seçiminde. Ama getirdikleri sistem de aslında akıllı, mantıklı bir sistem değil. Dolayısıyla YÖK’ün ruhu ve özü devam ediyor. YÖK son derece merkeziyetçi bir yapıya sahip. Rektörlerin elinde çok büyük bir güç var. Tabi bu arada özellikle 90’ların ortasından itibaren çok sayıda vakıf üniversitesi açıldı. Vakıf üniversiteleri bir dereceye kadar YÖK sistemine uymak zorundalar. Ama örneğin rektörlerini farklı seçiyorlar, dekanlarını farklı belirliyorlar. Dolayısıyla devlet üniversitelerine göre daha rahatlar.

YÖK’ün bugüne kadarki tarihini hangi aşamalara ayırabiliriz? Bugün hangi noktada?

Tarihsel sürecini şöyle düşünebiliriz; bir kere 80-83 dönemi askeri rejimin herşeye hâkim olduğu bir dönem. Ondan sonra zaten bir süre daha Kenan Evren’in devlet başkanlığı devam ediyor. YÖK ile ilgili yasal düzeyde bir değişiklik yok. 90’ların başında artık tepkilerin belli bir düzeye gelmiş olmasından sonra rektör seçimi ile ilgili değişiklik yapılınca YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı istifa etti. Yani YÖK sisteminin sulanmaya başladığını düşünerek istifa etti. Dolayısıyla bir askeri dönem ve İhsan Doğramacı’nın başkanlığı bir dönemdir. Onun da askeri dönem kısmı özellikle okuma listeleri yasak vb. 1402’lik tasfiyesi meseleleri var ama 1402 ile tasfiye edilen arkadaşlarımız 1989’ da Danıştay kararıyla geri geldiler. Yani o hukuk dışı müdahale ancak 6–7 yıl sonra düzeltildi. Dolayısıyla mesela onların geri dönmeleri bir anlamda yeni bir dönemdir. Rektör seçiminin değişmesi bir anlamda yeni bir dönem ama özü ve ruhu devam ediyor. Şimdi tabii bir başka dönem Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçildikten sonra ki o da YÖK’ü eleştiriyordu. Anayasa Mahkemesi başkanı olarak görev yaptığı tarihte YÖK’ü çok eleştiriyordu. Onun YÖK eleştirilerinden de o zamanki YÖK başkanı Kemal Gürüz çok rahatsızdı. Dolayısıyla Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı olduktan sonra YÖK’e YÖK’ü eleştiren insanları atamaya başladı. O dönemde YÖK üyeliğine rahmetli Türkan Saylan, Aysel Çelikel, Ülkü Azrak, ben, Ankara Üniversitesi rektör yardımcısı Ramazan Aslan,ODTÜ’den Fikret Şenses gibi isimler girdiler. Dolayısıyla YÖK’te hava değişti ama sistemin kendisi olduğu gibi ayakta durduğu için yapılabilecekler her şeye rağmen kısıtlı. Ondan sonraki dönemde Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı bittikten sonra Abdullah Gül cumhurbaşkanı olup aynı zamanda AKP de iktidar olunca bu sefer yeni bir dönem başladı YÖK için. Bu yeni dönemde siyasi tercihlerin açık ve güçlü biçimde rol oynadığını söyleyebilirim. Aynı zamanda örneğin daha evvelki dönemlerde üniversite açma konusunda YÖK daha titiz davranıyordu. Bu son dönemde daha gevşek davranıyor. Yani son dönemde siyasi iktidarın yeni üniversite açılması arzusuna tamamen uyum gösteriyor YÖK. Dolayısıyla birçok yerde açılan üniversitelerde öğretim üyesi bulmak ve kaliteli bir öğretim vermek mümkün değil. Çok ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum bunun.

YÖK’ün şu anda kuruluş amacından farklı bir misyonu var mı sizce?

Farklı bir misyonu yok bence. Yani YÖK’ün kuruluş amacı üniversitelerin zapturapt altına alınması, denetlenmesi, baskılanması ve siyasi tercihlere göre yönlendirilmesi. Bugün de aynı şekilde. Tabii hem cumhurbaşkanı, hem iktidardaki parti belli bir dünya görüşüne sahip olduğu için YÖK’e de ona uygun insanlar atadılar. Şimdi bu vesile ile şunu söyleyeyim. YÖK’ün 21 kişilik yapısı aslında 3 kanaldan gelen üyelerden oluşuyor. 7 üyeyi cumhurbaşkanı seçiyor. 7 üyeyi bakanlar kurulu seçiyor. 7 üyeyi de üniversitelerarası kurul seçiyor. Şimdi bu, şu anlama geliyor; bakanlar kurulu AKP’li, cumhurbaşkanı da en azından AKP kökenli -dünya görüşünü değiştirmiş olamaz tabii ki. Dolayısıyla YÖK’ün çoğunluğu şu anda AKP’nin tercih ettiği insanlardan oluşuyor. Bu da ister istemez siyasi bir etki yaratıyor YÖK’ün davranışlarında.

Temmuz ayında düzenlenen Yükseköğretim Çalıştayı sırasında Prof. Ahmet İnsel “YÖK de üniversitelerin MGK’sıdır” demişti, siz de bu görüşte misiniz?

Şimdi bu tür benzetmeleri çok dikkatli kullanmak lazım. Burada esas mesele böyle bir kuruma veya böyle bir kurula ihtiyaç var mı? Yok mu? Yani tam bir uca giderek deriz ki, YÖK’ü tamamen kaldıralım her üniversite kendi bildiği gibi yaşasın. Şimdi bu çok gerçekçi bir şey değil. Şundan dolayı gerçekçi bir şey değil; her üniversiteyi kendi haline bırakırsak koordinasyon sıfırlansın anlamına gelir bu. Sıfır koordinasyonla 70 milyon nüfuslu bir memleketin üniversite sisteminin ayakta durması mümkün değil. Dolayısıyla YÖK’ün yetkilerinin çok daraltılması lazım. Üniversiteler üzerindeki baskısının azaltılması lazım. Hatta baskı anlamında hiçbir hakkının olmaması lazım. Yani dolayısıyla bir eşgüdüm kurulu olabilir. Uzun vadeli planlama yapan, uzun vadeli iş gücü planlaması yapan, uzun vadeli strateji saptayan bir kuruluş olabilir. Yeni üniversitelerin açılmasıyla ilgili kararlar alınırken bütünsel olarak bakacak bir kuruluşa ihtiyaç var. Ama bugünkü yetkileriyle YÖK’ün elinde o kadar fazla yetki var ki YÖK, bu söylediğim fonksiyonu görmeye zaten gelemiyor.

Bir yazınızda Anayasanın değişmesi gerektiğinden söz etmişsiniz. Anayasa değişikliği bu konuda bir çözüm olabilir mi?

O da ayrı mesele tabii. Şimdi anayasanın 130. ve 131. maddelerine dayanıyor zaten Yükseköğretim yasası. Dolayısıyla anayasanın değişmesi lazım. Anayasa değiştikten sonra Yükseköğretim yasasının değişmesi lazım. Aynı zamanda üniversitelerdeki kültürün de değişmesi lazım. Yani bu merkeziyetçi yapıdan eğer bazı insanlar mutlu iseler, orada kültür ile ilgili bir sorunumuz var. Yani bugün hükümetin dünya görüşüne yakın öğretim üyeleri var şüphesiz ve onlar eğer “YÖK nihayet bizim kontrolümüzde. Şimdi de bizim devrimiz geldi” diye düşünüyorlarsa, bu çok yanlış bir bakış açısı. Şimdi YÖK’ün aslında daha teknik bir kurul olması lazım. Yani siyasete bu kadar karışmaması lazım hatta mümkün mertebe siyasetten uzaklaşması lazım. Türkiye’de başarılı, verimli, etkin bir yükseköğretim sistemi nasıl olabilir? Onun için çalışması lazım ve bunun olabilmesi için de üniversiteler arasında çeşitliliğe, farklılığa izin verilmesi lazım. Üniversiteler farklılaşabilmeli. Kimi belli bir alanda uzmanlaşır, odaklanır. Kimi başka bir alanda odaklanır. Şimdi zaman zaman konuşuluyor “Dünyanın ilk 200 üniversitesinde Türk üniversitesi var mı, İlk 500 üniversitesinde Türk üniversitesi var mı?” diye, o konulardaki sıralamalar tartışmaya, eleştiriye çok açıktır. Hiç birini mutlaklaştırmamak lazım ama şöyle bir tablo var. Mesela İngiltere’de yayınlanan bir 200 üniversitelik bir sıralama vardır. Times Higher Education tarafından yaptırılır. Binlerce akademisyene danışılarak yapılan bir şey. Bu 200 üniversiteyle ilgili mesela son yayınlanan listede yine Türkiye’den hiçbir üniversite yok. Ama Hong Kong’dan var. Malezya’dan var. Güney Kore’den var. Dolayısıyla Türkiye’de biz probleme sadece YÖK’ü kaldırmak diye bakmamalıyız. Biz YÖK’ün yetkilerini daraltmalıyız ama ondan sonra problem kendiliğinden çözülmüyor. Yani esas sormamız gereken çok iyi bir yükseköğretim sistemi nasıl olur? Hangi özellikleri taşır? Onun koordinasyonunu yapacak bir kurumun da sınırları ne olmalıdır? Üniversitelerde özgürlük hâkim olmalı, kalite hakim olmalı,üretkenlik hakim olmalı. Daha saydam, katılımcı bir yönetim anlayışına daha açık bir üniversite sistemi olması lazım. Hesap verebilir bir üniversite sistemi olması lazım. Sosyal adalet bakımından nasıl güçlendiririz bu sistemi sorusu üzerinden bakmak lazım. Yani çok ciddi bölgesel, sosyal eşitsizlikler var. Üniversiteye gelebilmek için belli bölgelerde doğmuş olmak gerekiyor. Aynı şekilde ailenin belli bir ekonomik sosyal statüye sahip olması gerekiyor. Çok az sayıda istisnası olabilir bunun ama büyük sayılara baktığımız zaman böyle problemler var. Bunların nasıl çözüleceğine kafa yormak lazım.

Siyasi irade -YÖK ilişkileri üniversiteleri nereye götürüyor?

Üniversitelerin kurum olarak bir dereceden fazla siyasileşmesi doğru bir şey değil. Çok iyi bir hukuk fakültesi evrensel hukuk normlarının özgürce tartışıldığı, öğrenildiği, öğretildiği bir yerdir. Yani bir devletin resmi ideolojisinin enjekte edildiği, şırınga edildiği bir yer değildir. Üniversitelere ne kadar endoktrinasyon amacıyla bakarsak üniversite olmaktan o kadar çıkarlar. Onun içindir ki örneğin; Sovyetler Birliği çöktükten sonra, Doğu Bloku çöktükten sonra gördük ki oradan çok iyi müzisyenler çıkıyor. Çok iyi matematikçiler çıkıyor. Çok iyi fizikçiler çıkıyor. Ama çok iyi iktisatçılar ve çok iyi tarihçiler çok iyi sosyologlar pek çıkamadı. Şimdi dolayısıyla siz üniversite sisteminizi siyaset odaklı yaparsanız, belli siyasi tercihlerin ele geçirmeye çalıştığı kurumlar olarak görürseniz, o siyasi tercihler üniversiteyi ele geçirebilir ama üniversiteler üniversite olmaktan çıkar. O nedenle üniversitelerde akademik özgürlüğü savunmak gerekir. Üretkenliği ve kaliteyi
savunmak gerekir. YÖK bunlara hizmet edecek bir rol oynamış olsaydı o zaman daha iyi bir yerde bulunurdu Türkiye’nin üniversiteleri. Ama YÖK esas itibariyle bir siyasi polis rolü oynadıysa, belli üniversitelerde, şu görüştekiler akademik yükseltmeden yararlanamaz şu görüşlerdekiler atanamaz vs. gibi durumlara yol açtıysa o zaman demek ki üniversiteyi engellemiş. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz soru bizim “YÖK kalksın mı?” sorusu değil. YÖK’ün mutlaka değişmesi lazım. Onu artık herkes biliyor. Ama yerine ne koyacağımız tartışmasını çok daha derinlemesine yapmamız lazım. 140’a yaklaştı üniversite sayısı herkesi aynı tip yapacaksak, o zaman yanlış yapmış oluruz. Çeşitlenmeye, farklılığa açık olmalıyız. Üniversitelerin performansını bir şekilde ölçecek, değerlendirecek bir sistem kurmamız lazım.

2002 yılından beri hükümet YÖK’e karşı çıkarken YÖK başkanını Abdullah Gül’ün atamasıyla toplumda YÖK tartışması sona erdi. Şu anda neden YÖK neredeyse tartışılmaz bir kurum olarak varlığını sürdürüyor?

YÖK’ün tartışılması sona erdi çünkü, YÖK değişsin diyen insanların bir kısmı ‘”AKP değiştirecekse o zaman hiç değişmesi daha iyi “ diye düşünmeye başladılar. AKP’ye yakın olanlar da “zaten YÖK bizim elimize geçti değiştirmeye ihtiyaç yok” diye düşünmeye başladılar. Bence “YÖK değişsin mi değişmesin mi?” sorusunu artık terk etmeliyiz, daha doğrusu aşmalıyız. Yani yükseköğretimde YÖK sisteminin değişmesi lazım ama tartışmaya oradan başlamayalım diyorum. YÖK sisteminin özü ruhu aynı duruyor zaten. Kanundaki değişikliklere, uygulamadaki gelişmelere rağmen özü, ruhu duruyor. Bizim tartışmamız gereken soru şu; Türkiye yüksek öğretim sistemi gelişmiş ülkelerin üniversite sistemleriyle rekabet edebilir bir duruma nasıl gelir? Yani Türkiye’de bütün üniversitelerimiz Avrupa çapında iddialı olamaz, ama en azından ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi, Bilkent, Sabancı gibi üniversitelerimizin sayısını nasıl arttırırız? Buna kafa yormamız lazım. Yani Türkiye’de üniversite sistemi nasıl uluslararası düzeyde rekabet edebilir ve performansı yüksek bir sistem olur? Şimdi böyle baktığımız zaman tartışmanın zeminini genişletmiş oluyoruz. YÖK kalksın kalkmasın dediğimiz zaman bu çok kısır bir soru aslında. Yani bu soru yanlış demiyorum ama kısır bir soru. Dolayısıyla hemen saflar da belli oluyor. Şu anda kanun değişmesin diyen birçok insan var. Çünkü AKP kanunu değiştirirse o daha da beter yapar. Olabilir. Bir grup insan da AKP’ye yakın hissettiği için niye değiştirsin diyor. Eskiden sizin elinizdeydi şimdi bizim elimizde diye düşünüyor. Bizim bunun içinden bir çıkış yolu bulmamız kolay değil. Yapmamız gereken tartışma daha geniş bir tartışma. Akademik özgürlük nedir? Özerklik nedir? Performans ölçme ne demektir? Kalite ne demektir? Yayın performansı ne demektir? Üniversitenin toplumla ilişkisi nasıl olmalıdır? Üniversitenin sanayi ile ilişkisi nasıl olmalıdır? Bir üniversitede öğrencinin yaşam koşulları nasıl olmalıdır? Yurttan tutun yemekhanelere kadar, ders dışı aktivitelere kadar özgürlüğü nasıl olmalıdır? Üniversitelerin mali özerkliği nasıl arttırılır? Farklılaşma ve çeşitlenme nasıl sağlanır? Bu tartışmaları yapmamız lazım ve o zaman diyeceğiz ki bize yepyeni bir sistem lazım. Ciddi bir reform gerekli. O reformun bir parçası olacak YÖK. Yoksa biz sadece YÖK kalksın deyip 6 Kasımlarda onu protesto ettikçe bir vizyon getirmiş olmuyoruz. Bu ciddi bir ev ödevi gerektiriyor. Yani buna öğrenciler de öğretim elemanları da dahil. Bu konu üzerinde çok ciddi toplantılar yapmak, tartışmalar yapmak,araştırmalar yapmak ve Avrupa2daki ve dünyadaki gelişmeleri izlemek gerekiyor. Mesela özellikle Bilgi Üniversitesi için söyleyeyim, Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çok değerli kitaplar çıktı yükseköğretimle ilgili olarak. Bunların bazılarının yazarları yabancı, bazılarının Türk. Dolayısıyla bu kitapları da okuyup tartışmayı yapmak lazım. Veya çok değerli raporlar yayınlandı. Bunlardan bir tanesi Yükseköğretim Strateji Raporu. Benzer bir şekilde Antalya Akdeniz Üniversitesi’nin yaptığı bir sempozyumun kitabı çıktı. Atılım Üniversitesi’nin yaptığı iki tane sempozyumun kitabı çıktı. Bizim üniversitenin geçen sene yaptığı Mayıs toplantısının kitabı çıktı. Yani gazete havadisinin ötesinde bir tartışma yapmamız lazım. Bu tartışmaya öğrenciler de katılmalı, öğretim elemanları da katılmalı, dışarıdaki paydaşlar da katılmalı, mezunlar dernekleri de katılmalı. Birçok vakıf üniversitesi 10 yılını doldurdu, mezunlar verdi. Bunlar arasında yüksek öğretimle ilgili yayın yapan veya toplantı yapan çok fazla değil. Halbuki yapılması lazım. Devlet üniversiteleri için de aynı şey geçerli. Özgür bir ortamda üniversite sistemini alabildiğine tartışmamız lazım. Başka ülkelerin başarılarına bakmamız lazım. Başarısızlıklarına bakmamız lazım ve hep hedefimiz çok iyi üniversiteler oluşturmak olmalı. 6 Kasım bunu tartışmak için bir vesile ama seneden seneye sadece 6 Kasım’da tartışırsak o zaman çözüm bulmamız da mümkün olmaz.

Yorum yazın