Gündem

'Nefret, sistemin devamını sağlayan bir araç'

Yazan: Merve Mehmet

Geride bıraktığımız yıl nefret söylemi konulu belgesel ve kitap çalışmasına imza atan Esra Açıkgöz'le Hakan Alp, HaberVs'nin sorularını yanıtladı

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “kız mıdır, kadın mıdır bilemem” dediği Dilşat Aktaş, “Saçı uzun, lens takıyor” diye saldırıya uğrayıp öldürülen Aykut Alıcı,  Cinsel kimliğinden dolayı ağabeyi tarafından işkenceye uğrayan ve öldürülmek istenen Öykü… “öteki” ve  “kahraman” olmaya zorlanan 10 kişinin hayatı “Biz de insanız yavrum ya!” kitabında tekrar bir araya geliyor.

Nisan 2014'te ilk gösterimini yapan  ‘Nefret’ belgeselinin yönetmenleri Esra Açıkgöz ve Hakan Alp, belgeseldeki hikâyeleri kitap haline getirdi. Nefret söylemine maruz kalan on kişinin yaşadıklarını aktaran belgesel, Hrant Dink cinayetinden sonra sıkça gündeme gelen ‘nefret suçu’ kavramı üzerine Türkiye’de çekilen ilk film olma özelliğini taşıyor. Bu ay yayınlanan “Biz de insanız yavrum ya!” kitabı ile bu on kişinin hayatlarına daha detaylı yer veriliyor.

Cumhuriyet Dergi’de muhabirlik yapan Esra Açıkgöz ve İstanbul Üniversitesi’nde nefret suçları konusunda doktora tezi çalışmasını sürdüren Hakan Alp ile hem belgeselden hem de kitaptan konuştuk.

Nefret söylemi oldukça geniş bir konu, özellikle ülkemizde, bu konuyu sınırlandırmakta zorlandınız mı? Neden bu kategorilerde karar kıldınız?

Esra Açıkgöz: Nefret söylemi, ne yazık ki, gerçekten de Türkiye’de pek çok insanın ortak olarak yaptığı, ancak işin kötüsü bunun farkında bile olmadığı bir durum. Çoğumuz kelimelerin, dilin bir iktidarı olduğunu fark etmiyor, bize çocukluktan öğretilen kimi tanımlamaların, tariflerin hakaret, düşmanlık, ötekileştirme taşıdığı üzerine kafa bile yormuyoruz. Dolayısıyla bu çalışmada en çok zorlandığımız noktalardan biri, konuyu nasıl sınırlandıracağımızdı. Bunun için akademi k çalışmaları taradık. Sosyal Değişim Derneği’nin 2010’da yaptığı “10 Yıl, 10 Örnek” araştırmasına göre, nefret suçundan en büyük payı yüzde 24’le farklı etnik kimliğe sahip insanlar alıyor. Bunu siyasal görüşler, cinsel kimlik, dini inançlar, toplumsal statü, cinsel yönelim, ulusal kimlikler, bedensel engellilik ve mülkiyet izliyor. Biz de buradan yola çıkarak, en çok nefret suçuna maruz kalan on farklı kimlikten insanla konuştuk. Keşke imkânlarımız daha geniş olsaydı da her kesimden insana söz verebilseydik.

Hakan Alp:  Nefret söylemi aracılığı ile farklı olana yani “biz” den olmayana “toplumda size yer yok” “ya sev ya terk et” mesajı yinelenerek verilir;  bunun sonucunda grup üyeleri sessizleştirilir/pasifleştirilir. Söylemin sürekli yinelenmesiyle beraber, grup üyeleri üzerindeki baskılar arttıkça, sosyal yaşama eşit bir şekilde katılma cesareti de azalmaya başlıyor. Bunun doğal sonucu, bir arada yaşam ve toplumsal yaşama katılma hakkı gasp edilmektedir. Dolayısıyla amacımız “öteki” olma temelinde dışlama pratiğine maruz kalmış olabildiğince farklı kimliklere ses verebilmekti.

Belgesel ve dolayısıyla kitaptaki kişileri nasıl buldunuz? Farklı nefret söylemi “mağdurları” ile görüşmeyi amaçladığınızda bu kişileri düşünerek mi oluşturdunuz, yoksa bu söylemler üzerine mi kişileri buldunuz?

Açıkgöz: On farklı kimlikten kişiyle konuşmaya karar verdiğimizde, “nefret”in boyutlarının vardığı sonuçları en iyi anlatacak örnekleri bulmak istedik. Bunun için uzun bir ön araştırma yaptık. Bu konuyu mümkün olduğunca Türkiye’nin farklı köşelerinden görmek, göstermek istedik. O nedenle sadece röportaj yerlerini İstanbul dışından seçmekle kalmayıp, “suç mahalli”nin farklı yerler olmasına da özen gösterdik. Beş şehirden on kişiyle görüştük.

Mesela, Kürt işçi Fevzi Çelik’in yaşadıkları linç kültürünün Türkiye topraklarında ne kadar zeminsiz ama alışılagelmiş bir cezalandırma sistemi olduğunu gösteriyor. 2011’de Silvan’da çıkan çatışmada 13 askerin yaşamını yitirdiği gün, sırf Kürt olduğu için ve ortaya atılan “Kürtler sevinçten halay çekiyor” yalanıyla linç girişimine maruz kalıyor. Oysa Silvan’da ölen askerlerden biri Fevzi abinin kuzeni! “Terörist” denilerek öldürülmeye çalışıldığı sırada öğreniyor, kuzeninin de Silvan’da öldürülen askerlerden biri olduğunu! Bir Kürt’ü Silvan’da “şehit” olarak kabullenip “kutsayan” toplum, Aydın’da diğer bir Kürt’ü kolaylıkla “düşman”, “terörist” ilan ediyor.

Alp: Belgeselimize konuk olan kişilerin tamamı nefret suçunun doğrudan hedefi olmuş insanlardı. Türkiye coğrafyasında nefret suçlarının geçmişi çok derinlere uzanıyor ve ne yazık ki bu topraklar acı hatıralarla dolu. 1915 Ermeni Tehciri, 6-7 Eylül 1955 katliamı, Malatya, Maraş, Sivas, Gazi Mahallesi Katliamları… İşin acı tarafı katliam  geleneği ne yazık ki hızını kesmeden hala devam ediyor; Rahip Santoro cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi katliamı, Kürtlere yönelik linç girişimleri, Hrant Dink cinayeti ve Roboski.. Tarihsel süreçte hedef tahtasındaki “öteki”ler hiç değişmemiş; Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Hıristiyanlar, Romanlar, eşcinseller, travestiler, göçmenler, kadınlar, engelliler… Dolayısıyla yola çıktığımızda gördük ki önümüze onlarca örnek ve mağduriyet vardı. Ve en zorlu süreci seçim yaparken yaşadığımızı söyleyebiliriz.

Size bu konuda yardımcı olmaktan çekinen, korkan oldu mu? ( Belgesel çekiminde yaşadıklarını anlatmak istemeyen) Ya da sizin ikna etmeniz gerekti mi?

Açıkgöz: Dışlanma ve iletilen “biz”den değilsin mesajı nefret söylemine, suçuna maruz kalmış kişileri derin bir sessizliğe mahkûm ediyor, etmeye çalışıyor. Ancak tam da bu yüzden bu insanlar dinlenmek ve anlaşılmak istiyorlar. O nedenle görüştüğümüz kişilerden hiçbiri çekinmedi. Üstelik ailelerin hukuksal mücadeleleri de olduğu için kamuoyu oluşmasını ayrıca önemsiyorlardı.

Belgesel gösterimleri devam edecek mi, şu anki durum nedir? Ücretli veya ücretsiz edinebileceğimiz bir platform oluşturmayı düşünüyor musunuz?

“Biz de insanız yavrum ya!”

Esra Açıkgöz ve Hakan Alp, Nefret belgeselinde söyleşi yaptıkları insanları bir araya getirerek “Biz de insanız yavrum ya!” isimli kitabı derlediler. Aralık ayında çıkan kitapta, kimliklerine veya insani bir özelliklerine karşı nefret duyulan, bu nefretle seferber olan grupların ayrımcılığına hatta saldırısına maruz kalan insanların hikâyeleri, bu nefretle baş etme mücadeleleri yer alıyor. “Belgeseli çekerken bu çalışmayı kitaplaştırmayı düşünüyorduk” diye Açıkgöz, kitapta, nefret söylemi “mağdurlarına”  daha detaylı yer veriliyor. Belgesel, “izlenebilirliği zorlaştırmamak” için bir saat sürüyor. Ancak “biz bu insanlarla saatlerce röportaj yapmıştık” diyen yönetmenler, konuştukları kişilerin acılarını, mücadelelerini hiç dokunmadan, uzun uzun duyurmaları için bu kitabı derlediklerini söylüyorlar.

Kitapta belgeseldeki on kişiye ek olarak, Selendi’deki linç girişimine maruz kalmış Sevitin Uçkun ve Gülizar Özer de yer alıyor. Kitapta ayrıca, nefret suçu üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan, Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu ve Melek Göregenli’nin, nefret suçu kavramı üzerine yazdıkları makaleler de yer alıyor.

Fragman için tıklayın>>

Facebook sayfası için tıklayın>> 

 Alp: Belgesel gösterimleri devam ediyor tabi ki. Elimizden geldiğince çok fazla insana ulaşmaya çabalıyoruz. Bu noktada üniversitelere çok önem veriyoruz. Birçok üniversitede gösterim gerçekleştirdik ve gerçekleştirmeye devam edeceğiz. Ayrıca konuya duyarlı sivil toplum kuruluşlarında, mahalle derneklerinde, festivallerde gösterimlerimiz devam ediyor. Gösterim yapmak isteyen herkese belgeseli memnuniyetle ulaştırıyoruz. Şu an için belgeselin satışı yok. Ancak yakın bir zamanda daha çok izleyici kitlesine ulaşabilmek adına belki filmimizi internet portallarına koyabiliriz.

En son gösterimini “Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Belgesel Günleri” kapsamında 13 Aralık’ta İzmir’de gerçekleşen belgesele genel olarak tepkiler nasıl?

Alp: Akademik anlamda nefret söylemi ve suçlarıyla ilgili yapılmış ciddi çalışmalar var ve toplumsal farkındalık yavaş yavaş oluşmaya başladı. Bu noktada ciddi bir boşluk dikkatimizi çekmişti; Nefret suçlarının mağdurları. Onların neler yaşadıkları, nefret suçunun yaşamlarında yarattığı tahribatı birinci ağızdan dinlemek istedik. Belgesele dair genelde olumlu tepkiler alıyoruz. Dediğimiz gibi dil ve söylemin farkındalık olmadan yarattığı ideolojik ortam, farklı olan herkese yönelen geniş çaplı bir nefret söylemini beraberinde getiriyor.  İnsanlar belki de belgesel aracılığı ile kendileriyle ve yaşadıkları toplumla yüzleşme fırsatı buluyorlar. Bu belki de bizim en başından beri katkıda bulunmak istediğimiz şeydi. Farkındalık yaratmak ve önyargılarımızla yüzleşmek…

Belgeselden sonra sizin nefret söylemine bakış açınızda değişiklik oldu mu? Hiç düşünmediğiniz ya da duyduğunuzda “bu kadarı fazla” dediğiniz bir durum gerçekleşti mi?

Açıkgöz: Her röportaj yaptığımız kişinin karşısından daha ağırlaşmış olarak kalktık kuşkusuz. Daha kendimize bakarak… Hayata mümkün mertebe, erklerin bizi hapsetmeye çalıştığı “Türk”, “Müslüman” iktidar kimlikleri üzerinden bakmamaya çalıştım hep. Yaşamaya zorlandığımız bu sistemin dışında düşünen herkes gibi ben de “öteki”ydim bir yanımla. Ancak yine de ben kabul etmesem de nüfus kimliğimde yazanların sağladığı bir “çoğunluğun güvencesi”ne sahiptim. Bunu daha iyi anladım… Diğer yandan, bize çok masum gelen şakalarımız, fıkralarımızın bile aslında “öteki” olan için gülünecek yanı olmadığını daha iyi algıladım. Onlarda bile nefret söylemini üretiyoruz ne yazık ki ve nefret söyleminin yerleşmesi, nefret suçunun kanıksanmasında başlıca nedenlerden biri. Bunu artık her ağzımı açtığımda hatırlıyorum.

Alp: Kendimizi hep çoğunluğun arasında görmek bir özgüven veriyor. Arap milliyetinin yoğunlukta olduğu bir ilde (Siirt) doğdum. Çoğunluğun yaşam biçimini, kültürünü, geleneklerini çok rahat bir şekilde yaşadığı, ancak azınlık unsurları yalnızlaştırdığı, pasifleştirdiği bir coğrafyada büyüdüm. Bizler için de öteki hep Kürtler olmuştu. Yani şunu söyleyebilirim ki her öteki kendi ötekisini yaratıyor. Ötekiler arasında da bir hiyerarşi söz konusu. Ben de bir öteki olmama rağmen kendi çoğunluğumun kodlarıyla konuştuğumu ya da küçüklükten beri ağzımıza yerleşen nefret söylemleriyle ne kadar çok haşır neşir olduğumu fark ettim. Toplumsal öğretiler, herkesi etkilediği gibi beni de etkilemiş. Küçüklükten beri farkında olmaksızın zihnime işlenmiş söylemleri ne kadar düşüncesizce kullanabildiğimi fark ettim. Bu söylemlerden arınma süreci kişisel hayatımda hâlâ sürüyor. Nefret söyleminin, suça dönüşme süreci düşündüğümüz kadar zor değil. Herkes, kendi vicdanında bir muhasebe yapmalı bence.

Belgesel ve kitap oluşum sürecinde, nefret söylemi hakkında size içerik veya kaynak yardımında bulunan kurumlar oldu mu?

Açıkgöz: Konu üzerine çalışan sivil toplum kuruluşlarının araştırmaları, çalısmaları bize yol gösterici oldu tabii ki. Sonrasında belgeselin yayılmasına yardım eden,   gösterimler yapmak isteyen kurumlar da oldu. Hrant Dink Vakfı'nda, Ermeni Kültür ve Dayanışma Derneği, SODİD, Türkiye Insan Hakları Vakfı gibi yerlede gösterimlerimiz oldu. Ancak birebir çalışmanın içinde olan bir kuruluş yoktu.

Bu kişilerle kitabı yazarken tekrar bir araya geldiniz mi? Şu an neler yapıyorlar? Mesela Öykü, hala ailesiyle aynı şehirde yaşadığı için korkuyor mu? Belgeselden sonra kötü bir tepkiyle karşılaşan olmuş mu?

Açıkgöz: Kitabı yazarken değil ama belgesel gösterimlerimiz süresince hep haberleştik. İstanbul’da olanlar, özellikle Sevag’ın ailesi Ani-Garbis Balıkçı ile Aykut Alıcı’nın ailesi Songül-Ahmet Alıcı ellerinden geldiğince gösterimlere katılmak istediler. Çünkü her gösterim onlar için mücadelelerini de paylaşacakları bir platformdu. Ani ve Songül abla, yargının onlara yaşattığı hayal kırıklığını taşıyorlar. Adalet tarafından görmezden gelindiklerini düşünüyorlar. İlginç olansa, Türkiye’de adalete pek inançları kalmadığı halde ikisi de çok güçlü kadınlar ve adalet arayışlarından vazgeçmiyorlar. Aslında bu arayışın resmi makamlardan çok toplumsal vicdana yönelik olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Dolayısıyla kitap ve belgesel bu vicdana seslendikleri bir kanal olduğu için önemli.

Alp: Bizim konuştuğumuz kişilerin hikâyeleri farklıydı ama söylemlerindeki ortaklık daha yola çıkarken başında dikkatimizi çekmişti. Esra’nın dediği gibi, hepsinde adalet sistemine olan öfkeyi gördük. Yargının onları ciddiye almadığı algısına sahipler. Ancak umutsuzluğun aksine, bir yandan da bitmeyen bir mücadele ve direnç azminden bahsedebiliriz. Örneğin 2010 yılında, sadece uzun saçlı olduğu ve küpe taktığı için kalbinden bıçaklanarak öldürülen Aykut Alıcı’nın annesi Songül abla adalet mücadelesinden hiç vazgeçmemiş. Öte yandan toplum tarafından dışlandıklarını düşünüyorlar. Örneğin oğulları Ermeni olduğu için askerdeyken öldürülen Sevag Balıkçı’nın anne babası Ani- Garbis Balıkçı, olaydan sonra yalnızlaşma içerisine mahkûm edildiklerinden yakınıyordu. Yani nefret suçunun en önemli sonuçlarından birinin, mağdurların yaşamlarında yaşatılan yalnızlaşma, görünmez hale gelme hali olduğunu söyleyebiliriz.

Nefret suçuyla ilgili ceza kanununda bir düzenleme yapıldı ancak hala eksiklikler var (etnik ve cinsel kimlikle ilgili). Sizce bu durum neden “tam olarak” düzeltilmiyor?

Açıkgöz: Türkiye’de iktidar sürekli kendine “düşman” üreterek güçleniyor. “Biz” kavramı hep ötekiler üzerinden kuruluyor ve pekiştirilmeye çalışılıyor.  “Biz” sayılan erkler belli; “Türklük”, “Müslümanlık”, “Sünnilik”, “erkeklik”. “Normal” ve “anormal” iktidar tarafından belirleniyor. Türkiye’de en çok nefret suçuna maruz kalanların başında Kürt ve LGBTİ bireyler geliyor. Transgender Europe’un 2013’te yayınladığı rapora göre 1 Ocak 2008 – 31 Ekim 2013 arasında dünyada 60 ülkede toplam 1374 trans birey nefret cinayetleri nedeniyle hayatını kaybetti. Türkiye de listeye en çok trans cinayetinin yaşandığı Avrupa ülkesi olarak girdi… Çok değil bundan birkaç yıl öncesinde Aydın, Sakarya, Mersin, Antalya, Trabzon, Tokat, Eskişehir, Kütahya illerinde Kürt işçilere yönelik gerçekleştirilen linç girişimleri hafızalardaki tazeliğini koruyor. Doğduğumuz andan itibaren bizi kuşatan bu referanslar devlet tarafından sistemi devam ettirmek adına en büyük savunma/saldırı aracı olarak kullanılıyor. O yüzden de gerçek anlamda dertleri değil nefret suçları.

Alp: Bu konularda atılacak en önemli adım, Nefret Suçlarının uluslararası standartlarda Ceza kanunlarına girmesidir. 60’dan fazla sivil toplum kuruluşunun yer aldığı “Nefret Suçları Yasa Kampanyası Platformu”nun hazırladığı bir yasa taslağı vardı, ancak bu dikkate alınmadı. Dolayısıyla Türkiye gibi etnik köken, cinsel yönelim gibi nedenlerle işlenen nefret suçlarının yaygın olduğu bir ülkede yapılan yeni düzenlemenin yeterli olmadığı ve çözüm getirmeyeceği çok açık. Ayrıca nefret suçlarının tespit edilmesi, konuya ilişkin veri toplanması konunun görünür kılınması için çok yararlı olacaktır. Bu alanda çalışan akademisyen ve STK sayısının artması da bir o kadar önemli.

Açıkgöz: Üstelik sorun sadece yasalarda boşluk değil. Hukuk devletinin olmadığı topraklarda, yasa koyucular, uygulayıcılar da sadece siyasi erkin bir uzantısı olarak görev yapıyor. Türkiye’de hemen hemen tüm linç girişimlerinde, saldırganların değil, linçe maruz kalanların gözaltına alındığını, haklarında davalar açıldığını ve nihayetinde suçlu bulunduklarını görüyoruz. Örneğin Behiç Aşçı, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde, TAYAD üyelerine yönelik gerçekleşen linç girişimlerinde, haklarında dava açılanın hep kendileri olduğunu anlattı. Ya da Selendi’de linç girişimine uğrayan Romanları, güvenliğinizi koruyamayız diye sürgün eden aynı devlet anlayışıydı. Yine Maraş’ta onlarca Alevi öldürülürken, resmi komando kıyafetleriyle, olaylara müdahale etmeden günlerce katliamı izleyen de devletin aynı yüzüydü. Bu nedenle yeni nefret yasasının nasıl uygulanacağını da kaygıyla izleyeceğiz.

Gazetecisiniz ve medyanın dilini belgeselde de kitapta da eleştiriyorsunuz. Hrant Dink’in öldürülmesinden önce, gezi parkında ve daha pek çok olayla ilgili medyanın dili ‘nefrete’ davet ediyordu. Siz şu anki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bir kırılma, az da olsa değişme yaşandı mı?

Açıkgöz: Ne yazık ki çok da değişim olduğunu söyleyemem, en azından yayın organlarının ilkeleri anlamında. Çoğu gazete, televizyon “ötekileştirici”, “hedef gösterici” dilini kullanmaya, bundan reyting çıkarmaya devam ediyor. Ancak diğer yandan medya çalışanları, özellikle de muhabirler arasında “nefret”ten arınmış bir haber dili anlayışının geliştiğini söylemek mümkün. TGS Kadın Komisyonu’nun “haber dilinde LGBTİ söylemleri” ya da Dur-De’nin “medyada Romanlara yönelik ayrımcı dil ve nefret söylemi” üzerine yapılan çalışmalar da bu yeni anlayışın oluşmasında oldukça yardımcı oluyor.

Alp: Sistematik olsun ya da olmasın, toplum ve medya tarafından içselleştirilmiş olan ve kaynağını önyargılardan alan nefret söylemiyle mücadele etmek günümüz politik mücadelesinin görevlerindendir. Toplumsal ve siyasal anlamda Türkiye coğrafyasının tüm bileşenlerinin çoğulcu toplumun inşası için mücadele etmeleri gerekiyor.

1 Yorum

Yorum yazın